top of page
  • Ünal GÜL

Salıncak Siyaseti

Sayın Cem GÜRDENİZ yazdı

Türkiye, cumhuriyetin 100. Yılında ekonomisi halkın çok büyük çoğunluğunu yoksulluk seviyesine geriletecek seviyede ağır hasar almış, milli ekonomik değerleri yabancılara satılmış, toplumu kutuplaşmış, cehalet uçurumuna sürüklenmiş, sosyal sözleşmesi yara almış, tarikatlar, cemaatler, gericiler, bölücüler, 10 milyona yakın göçmenle çevrelenmiş durumdadır. En önemlisi 2023 seçimlerinde ana tema olan ve iktidara seçimlerde avantaj sağlayan ulusal güvenlik endişesi, denge politikasından teslimiyete evrilen rota değişikliği ile jeopolitik kuşatma seviyesine dönüşmüştür. NATO müttefikimiz ABD, gerileyen gücüne rağmen hegemonik iradesini Türkiye üzerinde asimetrik etkilerle korumaya çalışmaktadır. Tek başına gücü artık Pasifik’te Çin’i dengelemeye bile yetmeyen donanmasını Akdeniz’de pazarlamaya ve parlatmaya çalışmaktadır. Hemen hemen her ay Akdeniz, Güney Kıbrıs, Ege, Suriye, Irak ve Yunanistan/ Batı Trakya’da Türkiye’yi hedef alan kara tatbikatları icra etmektedir. Benzer şekilde Karadeniz’de Türkiye’nin Montrö Sözleşmesinden doğan haklarını ve uyguladığı tarafsız politikayı zora sokacak girişimleri Ukrayna, Romanya ve Bulgaristan üzerinden uygulamaktadır. Örneğin Batı Karadeniz ülkelerinin karasularından geçerek oluşturulacak Ukrayna Tahıl Koridoru girişimi Türkiye için çok ciddi bir tuzaktır. Türkiye’nin bu konjonktürde ABD savaş gemilerini bağrına basması, USS Gerald Ford Uçak gemisini Antalya’da karasularına demirletmesi ve gözbebeğimiz TCG Anadolu ile Akdeniz’de buluşturması mütekabiliyet ve diplomasiden çok baskılara boyun eğme ve teslimiyetin bir sembolüne dönüşmüştür. Salıncak Siyasetinin donanma diplomasisi üzerinden verdiği mesajlar Türkiye’nin tamamen aleyhindedir. Denizci bir devlet olmadığımız için bu mesajları algılamada zorluk çekildiği açıktır. Bu durum ulusal onurumuz için çok acı vericidir.


MANDACILAR: NEREDE KALMIŞTIK? DİYOR


Türkiye’nin cumhuriyetin 100. Yılında ironik şekilde Türkiye Yüzyılı mantrası adı altında bu üzücü duruma gelmesinin kök nedeni cumhuriyetin kurucu değerlerini akan on yıllar içinde bilinçli olarak terk etmesidir. Büyük kurtarıcı ve kurucu bu günleri görerek devletin temellerini onu koruyacak ve geleceğe taşıyacak şekilde atmıştı. Etnik ve dinsel kutuplaşma ve bölünmelere karşı kurduğu cumhuriyeti laiklik ve üniter yapıdaki ulus devlet ile korumuştu. Devletçilik ve halkçılık üzerinden karma ekonomi ile bir yandan sermaye birikimine izin verirken, diğer yandan fakir halkın refaha erişmesinin yolunu açmıştı. Demokrasinin gerek ekonomik ve savunma gerekse sosyolojik gelişim sonucu benimseneceğinin bilincinde Cumhuriyeti sağlam temellere oturtacak, başta kontrol ve denge sağlayacak mekanizmalarını güçlendirmişti. Adalet, eğitim, istihbarat, emniyet ve savunmayı kıskançlıkla milli tutabilmiş, dış müdahalelere, tarikat, cemaat ve mandacılar gibi iç kanserojenlere karşı korumuştu. 10 Kasım 1938 sonrası bu yapı, bu paradigma dağıtıldı. 1946 sonrası, yani İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan yeni dünya düzeni içinde demokrasi söylemi ile toplumu karpuz gibi ikiye bölecek zafiyetler sömürüldü. Sivas Kongresindeki Amerikancı mandacılar ile Mütareke İstanbul’unun İngiliz mandacıları nerede kalmıştık? dediler. ABD ve Atlantik sistemin bir vassalı olarak bugünlere geldik.


19. YÜZYILDA BAŞLAYAN ÇÖKÜŞ


16. Yüzyılın Avrupa’daki adıyla Büyük Türk (Grand Turk)’ün çöküşü ve onur kayıpları 19. Yüzyıldan itibaren başlamıştı. Gerileme ve çöküşte hanedan devam ediyor ancak imparatorluk sürekli küçülüyor, halk sürekli yoksullaşıyordu. Batılıların baskısına boyun eğiliyor, güçler birbirine karşı kullanılıyor ve neticede toprak kaybediliyordu. Bunun adına denge politikası demişlerdi. Biz salıncak diyelim. Bugün İstanbul’un en güzel yerlerinde 19. Yüzyıl sonrasının büyük güçlerinin elçilik binaları yükselir. Pek çoğunun Boğaz kıyısında yazlıkları vardır. Tepebaşı’ndaki İngiliz Konsolosluk (Elçilik) binası 1801’de Napolyon’un Mısır seferinde Osmanlıya yardım eden İngiltere’ye bir nevi armağandır. Galatasaray’da Nuri Ziya Sokakta bulunan Fransız Konsolosluk (elçilik) binası 1807’de Amiral Duckworth komutasındaki İngiliz filosunun boğazı zorlayarak Topkapı Sarayı açıklarına geldiğinde Saraya yardım eden Fransa’ya bir nevi armağandır. Büyükdere’deki Rus yazlık konsolosluk binası ve arkasındaki devasa orman alanı asi Vali Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim’in Anadolu’daki işgalini durdurmak için yardımı istenen Rusya’ya Hünkâr İskelesi Anlaşması (1833) sonrası bir nevi armağandır. Haydarpaşa’daki İngiliz mezarlığında dev bir Kraliçe Victoria anıtının mevcudiyeti Osmanlının Sinop Baskını sonrası Rusya’ya karşı yürütülen Kırım Savaşındaki İngiliz desteğine bir armağandır. Sadece gayrimenkuller değil, jeopolitik varlıklar da peşkeş çekildi. 308 yıllık evladı fatihan diyarımız Kıbrıs adası 93 Harbinde II. Abdülhamit’i Yeşilköy’e dayanmış Ruslardan kurtaran İngiltere’ye armağandı. Bu saydıklarım 19.yüzyıl Osmanlı İmparatorluğunun ayakta kalabilmek için uyguladığı salıncak politikasının en somut örnekleridir.


COĞRAFYANIN GÜCÜ ÇÖKÜŞÜ GECİKTİRDİ


Osmanlı öylesine bir coğrafyaya sahiptir ki, Avrupa jeopolitiğinin anahtarı konumdadır. Balkanlar, Yakın Doğu, Ortadoğu, Levant, Kuzey Afrika, Kafkasya, Ege, Doğu Akdeniz, Tuna Havzası, Nil Havzası, Kızıl Deniz, Basra Körfezi 16. Yüzyıldan sonra etki ve yetki alanlarına dönüşmüştür. Batının reform, aydınlanma ve sanayi devrimi öncesi görece güçsüzlüğü döneminde, yani kılıca kılıçla mukabele edildiği dönemde gücünün zirvesine erişen Osmanlı aydınlanma ve bilhassa sanayi devrimi sonrası açılan makas nedeniyle 19. Yüzyıla yani demire kanla müdahale ettiği döneme, bir köylü tarım imparatorluğu olarak girdi. Artık Büyük Türk değil ‘’hasta adam’’ idi. Rasyoneller ile dinciler arasındaki ‘’Akıl mı Nakil mi’’ sorunu başını yemişti. Nakilciler kara cehaletleri ile koca bir imparatorluğu çöküşe sürüklemişti.


İNGİLİZ EMPERYALİZMİ KADER BELİRLİYOR


20. yüzyılın başlamasıyla Osmanlının çöküşü ve yok oluş süreci hız kazandı. Rusya 1905 yılında Japonlara yenilene kadar Avrupa’nın sayılı büyük güçleri arasındaydı. Japonya’nın Çarlık karşısındaki deniz zaferi (1905- Tsushima Zaferi) tüm dengeleri alt üst etti. Aynı yıllarda Almanya’nın denize çıkmak isteyen bir kıta gücü olarak yükselmesi Avrupa’da İngiltere merkezli jeopolitiği değiştirdi. 1909’a kadar Rusya’nın Akdeniz’e inmeye en küçük teşebbüsüne askeri güç tehdidi ile mukabele eden dönemin büyük emperyalisti İngiltere, Rusya’yı Almanya karşısında kullanacak konuma getirdi. Aynısını ezeli düşmanı Fransa için de yaptı. İngiltere’nin Batı Avrupa Yarımadasını güneyden kuşatan Akdeniz’de kendi donanmasına rakip olacak donanmaya tahammülü olamazdı. Avrupa’nın birleşerek kendisine tehdit oluşturmasını önlemede Akdeniz büyük öneme sahipti. O nedenle Rusların 20. Yüzyıl başına kadar Akdeniz’e inmesine izin vermedi. Rusların Almanya ile yakınlaşmasına da izin veremezdi. Hele Süveyş Kanalı 1869 yılında Fransız girişimi ile açılınca Hindistan’a en kısa erişim sağlayan bu su yolu İngiltere’nin jeopolitik ağırlık merkezi oldu ve 1881’de Mısır’ı resmen işgal ederek su yoluna el koydu. İngiltere, Rusya’yı yanına çekebilmek için bir havuca ihtiyaç vardı. Osmanlı Çarlığa havuç olarak sunuldu. 1909 Reval görüşmesinde Rusya ile İngiltere ittifakı oluştu. Anadolu’muz ve Boğazlarımızın kaderi artık belirlenmişti. Bir büyük güç (İngiltere), Osmanlının kaderini çizmiş ve Rus Romanov Hanedanına sunmuştu. Eğer Rusya Büyük Savaşta galip gelse ve komünist devrim olmasa bugün zaten Anadolu’da Türkiye Cumhuriyetinden bahsedemezdik.


SALINCAK POLİTİKASI İLE ÖMRÜ UZAYAN OSMANLI


Osmanlı İmparatorluğu coğrafyasının bahşettiği büyük özgül ağırlığı salıncak politikası ile sonuna kadar kullandı. Coğrafyasının üstünlüğü 1683 Viyana Bozgunu sonrası kolay lokma olmasını ve yok edilmesini geciktirdi. Gerileme gerçekte Viyana’da değil, İnebahtı’da başlamıştı. İnebahtı sonrası (1571) başlayan gerileme 1770 Çeşme Baskını ile tepe yaptı. Bu yenilgiler akıl, bilim ve sanayide ne derece geri kalındığını ortaya çıkardı. Atatürk dönemine kadar Türk ordusu ve donanmasının yabancı güçlerin Müşavir Paşaları tarafından yönlendirildiği ve yönetildiğini unutamayız. 1299’da kurulmuş adı İmparatorluk olan bir varlığın her modern ordu ve donanmanın ayrılmaz parçası olan Harp Okulları yoktu. Deniz Harp Okulu 1773’te Kara Harp Okulu 1834 yılında kuruldu. Deniz Harp Okulunu kurmak için 3. Mustafa’nın danışmanı olarak getirilen Fransız Baron de Tott, dönemin en parlak hendese öğrencilerine sorduğu ‘’Üçgen iç açıları toplamı kaç derecedir? sorusuna şu dehşet cevabı alır: ‘’Üçgenine göre değişir. ‘’ Bugün de din bezirganı gericilerin akıl ve bilim karşısında yaptıkları yorum ve hayat görüşleri aynı derecede dehşet vericidir. Osmanlı 19. Yüzyıldan sonra sanayi ve bilim karşısındaki geriliğinin bedelini büyük kayıplar ile ödedi. Deniz devleti olmasına rağmen denizci olamadı ve denizde her yönden kuşatılmaya hazır hale getirildi. Donanmanız sürekli baskınlara uğradı. Her baskın sonrası toprak kaybettik. Büyük güçlerin karşısına demirle değil kanla çıkıldı. Sonunda süreç emperyalizmin Sevr dayatmasına kadar geldi. Türkler tarihte ilk kez vatansız kalma tehdidi ile karşılaştı. Ta ki Mustafa Kemal ortaya çıkana kadar.


BATI EMPERYALİZMİNE TESLİMİYET: KIRIM SAVAŞI


Batı dünyasının Osmanlıyı kurtarmak ve ömrünü kendi çıkarları uğrunda uzatmak için sahaya indiği en önemli olay Kırım Savaşıdır. Özünde Rusya’ya karşı Osmanlıyı korumak refleksi yatar. Evet görünüşte korumuştur ancak kendi çıkarları doğrultusunda korumuştur. 30 Kasım 1853 günü İngiliz Amiral Cochrane danışmanlığı, Rus Amiral Nakhimov komutasındaki Çarlık Rusya Karadeniz Donanması, Sinop’ta Osmanlı Donanmasının önemli bir bölümünü yaktı. Osmanlı Filosu, 2700 denizcisini kaybetti. Bu yenilgi Avrupa devletlerinin Osmanlının yanında savaşa girmesini tetikledi. Amaç Osmanlıyı korumak değildi. Onun üzerinden Rusya’nın Akdeniz’e inmesine engel olmaktı. İngiltere, Fransa ve Piyemonte/Sardunya Krallıkları Osmanlının sözde müttefiki olarak 12 Mart 1854’te Rusya’ya savaş ilan etti. Savaşta Gelibolu ve İstanbul bölgelerinde yığınak yapan Avrupa orduları, istila orduları gibi davranmıştı. Halk, yapılan hakaret ve ahlaksızlıklardan usanmıştı. Rusların yenildiği savaş sonrasında 1856 yılında imzalanan Paris Antlaşmasıyla Osmanlı İmparatorluğu sözde Avrupa’nın bir parçası olarak kabul edildi ancak Osmanlı savaşı kazandığı halde Karadeniz’den dışlandı. Kırım Savaşı, 13 Kasım 1918 günü Mondros ateşkesi sonrası başlayan Anadolu işgalinin aslında ilk provasıydı. Başlangıçta Osmanlıyı Ruslardan korumak için girişilen jeopolitik manevra, 1920’de Osmanlının başına Sevr felaketini getirmişti. Kırım Harbi Osmanlının ne denli zayıf, hazırlıksız ve bilimden uzak olduğunu ortaya koymuştu. Yığınaklar sırasında İstanbul ve Gelibolu’nun tüm topografik ve askeri istihbaratı toplanmıştı. Sultan Abdülmecit, devlete Kırım Harbinde savaş sırasında borç alarak saray yaptırma (Dolmabahçe) ayrıcalığını yaşatmıştı. Zaten 1838 Baltalimanı Anlaşması ile dönemin en büyük ekonomik gücü olan İngiltere’nin açıkça ilan edilmemiş sömürgesine dönüşen Osmanlı, Kırım Harbindeki dış borçlanma sonrasında 1881’de Duyunu Umumiye her şeyini teslim etti.


AVRUPA GÜÇLERİNİN İKİ YÜZLÜLÜĞÜ


Dost diye kapılarımızı açtığımız Avrupalılar 19. yüzyıl ortasında Rusları Anadolu’dan uzak tutmuş ama 1909 sonrasında İmparatorluk topraklarını tek dişi kalmış canavar gibi kemirmeye başlamıştı. 1853’te başlayan süreç, 1878’de Ruslar Yeşilköy’e dayandığında İngiliz Donanmasının Marmara’ya sokulması ile tekrar etmiş, karşılığında Mısır ve Kıbrıs kaybedilmişti. Bu süreç Libya, Balkan ve Birinci Dünya Savaşı ile tekrarlayıp durdu. Osmanlı parçalanmalıydı ancak bunu ne Ruslar ne de yeni ortaya çıkan Almanlar (müttefik maskesi altında) tek başına yapmamalıydı. İngiltere liderliğinde yapılmalıydı. 1853 Kırım süreci sonrası bizi Ruslardan kurtaranlar önce İtalyan sonra Balkan ve daha sonra Birinci Dünya Savaşında yok etmeye geldiler.


MUSTAFA KEMAL’İN BATI’DAN UZAK DURUŞU


Batının bu akınlarını 1919-1923 arasında Mustafa Kemal durdurabildi ve 1923’te yeni bir devlet kurdu. Bu devlet bağımsız bir jeopolitik tutum içinde Sovyetlerle yakınlaşırken batı ile dengeli bir ilişki kurdu. Ancak batı jeopolitiğine asla teslim olmadı. Balkan Antantı ve Sadabat Paktı ile Türkiye merkezli jeopolitik bir yapı kurdu. Kemalizm onun vefatından sonra büyük darbelere ve ihanetlere maruz kaldıysa da İkinci Dünya Savaşına rağmen Türk jeopolitiği tarafsız ve bağımsız bir şekilde 1947’ye kadar sürdü. 12 Mart 1947 günü Truman doktrini ilan edildi ve Mustafa Kemal’in Cumhuriyeti aynen Kırım Harbinde yaşandığı gibi Sovyet notalarına karşı bu kez İngiltere değil, ABD ağabeyliğindeki Avrupa/Atlantik sistemin himayesine sığındı. Halbuki Almanlar 1941’de Trakya’ya dayandığında bile tarafsız ve güçsüz Türkiye’ye saldıramamıştı. Yani Türkiye’nin o şartlarda dahi kimsenin korumasına ihtiyacı yoktu. Daha da öte notalar döneminde Sovyetler henüz nükleer bir güç değildi. Daha sonra Türkiye’ye saldırı niyetinde olmadıkları da anlaşılacaktı. Ancak içimizdeki mandacılar çok aceleciydiler. Bir an önce Amerikan Şemsiyesi altına girmek istiyorlardı. Ve başardılar.


ATATÜRK’TEN UZAKLAŞMA DÖNEMİ


12 Mart 1947’de başlayan batıya teslimiyet ve ABD’nin jeopolitik vassalı olma döneminde Türkiye, önce Mustafa Kemal Atatürk’ten daha sonra denizlerden özellikle Ege ve Akdeniz’den uzaklaştırıldı. 1952’de girdiğimiz NATO’da sorumluluk alanı olarak sadece Karadeniz verildi. Başta ulusal savunma olmak üzere genelde sanayinin gelişimi engelledi. Güdümlü popülist bir demokrasi modeli ile yarı cahil bir halk kitlesinin yaratılması hedeflenerek, dinin siyasete alet edilmesi her alanda teşvik etti. Komünizmle mücadele adı altında Kemalizm’in yok edilmesi ve Atatürkçü Düşünce Sistemi gibi soyut bir kavrama dönüştürülmesine katkı sağlandı. 1950’de BM kararı ve TBMM onayı olmadan binlerce Türk askerinin Kore’ye mazlumlara karşı savaşa gönderilmesi sağlandı. Bu sayede Türk insanının emperyalizm emrinde ucuz kan olduğunu ispat eden ülkemiz 1952’de NATO ya kabul edildi. Kıbrıs ve Ege’de yaratılan Yunan oldu bittilerinde her zaman onların yanında oldular. 1955’te Bağlantısızların Bandung Konferansında mazlum milletlerin karşısına Mustafa Kemal’in Türkiye’sinin hegemon Atlantik sistemin tetikçisi olarak çıkarılmasını teşvik ettiler. 1958’de eski dostumuz Cezayir’in bağımsızlığına karşı BM’de oy kullandırtılmasını sağladılar. Türk halkının haberi olmadan topraklarımıza nükleer Jüpiter füzelerini yerleştirdiler. Yine haberimiz olmadan topraklarımızdan Amerikan casus uçaklarının kaldırıldığını bir U2 uçağı, Sovyetler üzerinde düşürüldüğünde öğrenebildik. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbelerini teşvik ederek üretime dayalı karma ekonomik modelin neo liberal ekonomik sisteme dönüşmesini sağladılar. Kıbrıs’ta açık bir Türk soykırımına mani olmak için müdahale eden ülkemizi 4 yıl süren ambargo ve müteakiben Asala Ermeni terörü ve soykırım yasaları ile cezalandırdılar.


TÜRK JEOPOLİTİĞİNE NATO TEHDİDİ


Soğuk Savaş sonunda cam dükkanına giren fil gibi, Ortadoğu darmadağın edilirken ABD ve NATO müttefikleri Türkiye’yi yeni maceralara zorladılar. Irak, Libya Suriye paramparça edilirken, Kürdistan’ın yani ikinci İsrail’in kurulmasını hedeflediler ve Türkiye’nin parçalanması, küçülmesi, ulus devlet ile üniter yapısının yok edilmesi için her türlü iç ve dış teşviklere yol verdiler. KKTC’nin akla ziyan Annan Planı ile yok edilmesine destek verdiler. Karadeniz’deki Montrö dengesini alt üst etmeye çalıştılar. Mustafa Kemal’in Türkiye’de yarattığı değerleri yok etmeye yönelik her türlü eylemi destekleyen siyasi partilerin kurulmasına ve yaşamasına destek verirlerken, örümcek ağı gibi ülkeyi saran yıkıcı bölücü ve dönüştürücü tüm faaliyetlere sivil toplum, insan hakları ve demokratikleşme adı altında milyonlarca dolar ve avro akıttılar. Çin ve Rusya ile ilişkileri zora sokacak pek çok kumpasa imza attılar. En önemlisi FETÖ denen hain örgütü yarattılar. Geliştirdiler. Kumpas davalarda siyasi iktidarın gücü ile FETÖ örgütünün TSK’da Atatürkçü ve yurtsever kadroların hukuksuz, usulsüz, vicdansız ve acımasızca tasfiyesini sağladılar. 15 Temmuz 2016’da Türkiye’de bir iç savaşın tetikçisi olarak kumpas organizatörü FETÖ’yü sahaya sürdüler. Eğer darbe başarılı olsaydı, bugün bağımsız bir Türkiye Cumhuriyetinden zaten bahsedemezdik.


15 TEMMUZ SONRASI DÖNEM


15 Temmuz 2016 ile 14 Mayıs 2023 arasında geçen 7 yılda Türkiye, kumpas süreçleri ile 15 Temmuz darbe girişiminin devletin varlığına ne denli büyük bir tehdit oluşturduğunu görerek batı ile olan ilişkilerinde yeni bir durum muhakemesi ve geri çekilme sürecine girdi. Bu süreç Türkiye’ye Batı Asya’da kendi bölgesinin jeopolitik kaderini ele almayı öğretti. Almadığı takdirde KKTC ve Mavi Vatanın emperyalizme kaybı ile güneyimizde denize çıkışı olan kukla bir Kürt Devletinin kurulması gerçeklerini öğretti. AB ve NATO ile olan ilişkiler ulusal çıkarlarımızla uyumlu şekilde yürütüldü. Rusya, Çin, Asya, Afrika ve Türk Dünyası ile ilişkiler yeniden formatlandı. Suriye ve Irak’taki PKK yapılanması ile mücadele ve Mavi Vatan ve Kuzey Kıbrıs başta olmak üzere jeopolitik çıkarlarımız aktif şekilde korundu.


YENİ RİSK VE TEHDİTLER


Türkiye 15 Temmuz sonrası 7 yıllık süreci iç ve ekonomik politikada başarıyla yürütemedi. Üretim ekonomisi sıcak para ekonomisine tercih edildi. Makro ve Mikro ekonomik gerçekler dini ayetler ile yorumlandı. FETÖ ile mücadele özellikle üst siyasi kadrolar düzeyinde sulandırıldı. Dinin vicdan alanından çıkarak sosyal sözleşmeyi bozacak şekilde cemaatler, tarikatlar ve devlet eliyle kamu hayatına dayatma derecesinde özgül ağırlık kazanması; her cephede yolsuzluklar ayyuka çıkarak artarken yoksulluğun orta sınıfı ortadan kaldıracak şekilde büyümesi; Askeri Liseler ile Askeri Hastanelerin kapatılması; Suriye ile Afganistan başta olmak üzere milyonlarca mülteci ve göçmenin kontrolsüz şekilde ülkemize girerek demografik ve sosyal dengeleri alt üst etmelerine seyirci kalındı. Bugün Atatürk’ün vefatından önce millete en büyük jeopolitik armağanı Hatay’dan deprem sonrası Türklerin azınlığa düşebileceği feryadı göz ardı edilecek boyutta değildir. Çoğunluk genç erkek mülteci ve göçmenlerin iç istikrarımıza ne denli risk ve gerektiğinde tehdit olabileceği göz ardı edilebilir mi? Mülteciler kadar tehlikeli diğer bir alan ABD’nin Ukrayna Rusya savaşındaki Karadeniz tuzaklarına düşme olasılığımızdır.


14 MAYIS SONRASI ROTA DEĞİŞİKLİĞİ


14 Mayıs seçimleri sonrası cumhurbaşkanlığı yönetim sistemi çok keskin bir rota değişikliği yaparak ekonomiyi New York ve Londra merkezli hegemonyaya yakınlaştırdı. Ekonomik teslimiyet jeopolitik teslimiyeti getirir. Nitekim bunun işaretlerini her geçen gün alıyoruz. ABD donanma diplomasisi çerçevesinde savaş gemilerini Türk limanlarına gönderiyor. 15 Temmuz sonrası sularımıza girmeyen Amerikan uçak gemileri artık Antalya’yı ziyaret ediyor. Hegemon deniz gücü olarak mesajlarını kamuoyuna deniz üzerinden veren ABD, Türkiye’deki mandacı ruhları tatmin edebiliyor. Ancak gerçekler limanlarımıza giren Amerikan savaş gemilerinin cahiller ve mandacılar üzerinde yarattığı psikolojik etki ile tam ters durumda. Amerikan donanması tarihinin en zayıf ve gerilemiş dönemini yaşıyor. Batı Pasifik’te Çin karşısında kuvvet üstünlüğü olmadığı gibi dayanma derecesi bile sınırlı. Yarın Pasifik’te bir çatışma çıktığında Akdeniz’deki bir avuç gemiye bile ihtiyacı olacak. Bakmayın dünyanın en büyük ve en yeni uçak gemisi USS Gerald Ford uçak gemisinin tam da PKK ateşi ile şehit düşen Ordulu Ali Demir’i toprağa verdiğimiz gün Antalya limanına girişini Türk ana akım medyasının nasıl da gururla haber yaptığına. Aynı medyanın Türk yerine Türkiyeli dediğini hatırlatalım. Mütareke döneminde de böyleleri çoğunluktaydı. Ancak jeopolitik gerçekler bıçak gibidir. O dönemde de İstanbul’da saray çevreleri ve medya İngiltere’nin ölümsüzlüğüne inanıyordu. Ama değildi. Sorun bu gibilerin Türk milletini ulusal çıkarlarından uzaklaştırması ve hegemona boyun eğmeye gönüllü rıza göstermeleri değil (değişmeleri zaten olası değil). Sorun, devlet kurumlarının kararsızlığı ve tutarsızlığıdır. Bugün ABD, Yunanistan, PKK/YPG ile Türkiye aleyhinde tatbikat yapıyor. Dedeağaç’ta ve Girit’te Yunan kanı ile kullanılmak üzere askeri yığınağını sürdürüyor. Azılı ve yeminli Türk düşmanı Senatör Menendez, tam da KKTC’de BM Barış gücü ile yaşanan kriz sonrası adayı ziyaret ediyor ve Kıbrıs Rumlarına Amerikan silah satışını övgüyle açıklıyor, Türkiye’ye kin kusuyor, aynı günlerde Donanma gemilerimiz Türk Mavi Vatanında Amerikan gemileri ile ortak eğitim yapıyor. Bunu Amerikan Elçiliği ve ABD Avrupa Deniz Kuvvetleri (USNAVEUR) büyük bir gurur ve memnuniyetle haber yapıyor. 15 Temmuz’da darbe girişimine en büyük desteği veren İncirlik Üssünde Gürcüler ve Amerikalı askerler ile tatbikata katılıyoruz. PKK ateşiyle şehit düşen evlatlarımızı toprağa verirken, MSB çok ağır bir açıklama ile ABD’yi PKK/YPG desteği nedeniyle kınıyor ama aynı günlerde Amerikan uçak gemisini Antalya sularımıza kabul ediyor ve büyük bir halkla ilişkiler ve propaganda faaliyetine izin veriyoruz. Bu siyaset değildir. Salıncak siyaseti de değildir. Bu salıncaktan düşmektir. Teslimiyettir. Zira veren taraf hep biz oluyoruz.


EKONOMİ JEOPOLİTİĞİN ÖNÜNDE DEĞİLDİR


Dolar ve faiz, Türk halkının savunma, güvenlik, iç huzur ve jeopolitik geleceğini ipotek altına alamaz. Almamalıdır. Yarın ülkemiz yangın yerine döndüğünde, küresel çatışma sınırlarımızın içine yayıldığında hayatta kalabilmek, yaşamak ve devleti devam ettirmek esas olacaktır. İşte o günün temel reçetesi denenmiş ve ispat edilmiş Kemalist Türkiye reçetesidir. Daha geç olmadan –iktidar ve muhalefetin bu reçeteye asla geçmeyeceği gerçeği altında– yeni bir ruhla yeni bir döneme geçmek kaçınılmaz olacaktır. Zira koşullar hiçbir zaman bu derece kötü olmadı. Bugün kötü planlama, keyfi yönetim ve yolsuzluklar nedeniyle bataklığa saplanan Türk ekonomisi çalışkan ve yaratıcı Türk milleti ile kısa sürede millileşerek kalkınabilir. Demografik gücümüz ve savunma sanayimiz batının tuzağına düştüğümüz 1853 ve 1947 şartlarıyla kıyaslanamaz. Batının yeni bir tuzağına düşme lüksümüz yoktur. Batı Türklerin bu muhteşem coğrafyada güçlenmesini asla istemez. Bu tarihin bir sonucudur. İçimizdeki mandacılar bu gerçeği unutup inkâr etse de karşı taraf unutmaz. Bu topraklarda atalarımızın imparatorluk kurduğunu, Kurtuluş Savaşı ve Kuruluş devrimleri ile emperyalizme ilk tokat atabilen ulus olduğumuzu unutmamamız gerekir. Ayrıca, vatan topraklarımız tarihte Türklerden başkası tarafından kurtarılmadı. Türk halkı kendine güvenmelidir. 1923-1946 arası döneme yeniden dönebilme artık potansiyel bir vizyon değil, kinetik bir gerçeklik olmalıdır. Bir kere başaran Türk milleti yeniden başarır.


135 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page