Sayın Cem GÜRDENİZ yazdı
2 Nisan 2004 tarihinde Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Büyükelçi Uğur Ziyal, AB Büyükelçilerine KKTC’nin kendi ellerimizle yok oluşunu garantileyen Annan Planı hakkında bir brifing verdi. Söz konusu brifing medyaya şu satırlarla yansıdı: “Edinilen bilgiye göre, Kıbrıs’ta varılacak anlaşmanın AB birinci hukukuna uygun olmasının önemine bir kez daha dikkat çeken Ziyal, 15 Nisan 2004’de Brüksel’de düzenlenecek Bağışçılar Konferansı çerçevesinde AB ülkelerinden destek beklediklerini kaydetti…BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın Burgenstock’ta taraflara sunduğu Kıbrıs planının son şekline göre, adayı askersizleştirme nihai hedefiyle, 2011’e kadar altışar bin, 2018’e ya da Türkiye AB üyesi olana kadar üçer bin Türk ve Yunan askeri adada kalacak. Bu tarihten sonra adada kalacak Yunan askerlerinin sayısı 950, Türk askerlerinin sayısı 650 olacak.”
JEOPOLİTİK YOK OLUŞ
Dışişlerimiz, Anadolu ve Trakya yarımadaları ile Türk Boğazları gibi deniz jeopolitiğimizin asli hazinelerini güneyden koruyan, Türkiye’nin ileriden savunmasındaki güney kalemiz KKTC’yi ve Türk dünyasının ilk ada Türk devletini ortadan kaldıracak; asker sayımızı 30 binlerden 650’ye düşürecek Annan Planına 2004 baharında destek istiyordu. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtında verdiğimiz şehit sayısı 500, plana dönemin Genelkurmay Başkanının destek olması ayrı bir trajedi idi. Halbuki adadaki status quo’yu 1955 sonrası Enosis referandumu ile bozan, Türk katliamlarını başlatan ve neticede Akritas planı ile adanın 1570 sonrası asli sahibi Türklerin adadan atılarak Enosis hedefine yürüyen taraf Kıbrıs Rumlarıydı. KKTC ve Ankara, BM ve AB gözetiminde yapılan görüşmelerde savaş tazminatı isteyeceğine pek çok alanda taviz vermeye ve neticede Annan planı rezaletine kadar uzanan sürece onay veriyordu. ‘’Yes Be Annem’’ sloganı ve AB fonları ile adadaki Türk halkı kandırılıyordu. Büyük bir kısmı parayla satın alınıyordu. Aynı tarihlerde Anadolu halkı da etnik ve dini ayrışma içinde emperyalizmin yetmez ama evetçi liberal arsız saldırganlığının etki alanına sokuluyor, FETÖ orkestrasyonu altında Ergenekon ve Balyoz kumpaslarının ayak sesleri açığa çıkmaya başlıyordu. Türkiye Atlantik çıkarları ve iç politika hesapları üzerinden jeopolitik intihara teşebbüs ediyordu.
RUMLAR SAYESİNDE KKTC KURTULDU
Aynı günlerde Kurucu Devlet Başkanı merhum Rauf Denktaş hasta yatağından Annan Planı hakkında yazdığı değerlendirme mektubunda şunları söylüyordu: “Bu planda egemenlik yoktur. O halde nüfusumuz çapında etki sahibiyiz ve böyle olmaya devam edeceğiz. Bunun ötesinde bize verildiği iddia edilen sözde haklar ve diğer çıkarlar, Rumlar lehine tadil edilen dengelerle anlamını yitirmektedir. Model üniter devlet ağırlıklıdır ve buna toprak tavizi de eklendiğinde bize verilmiş görülenlerin hafifliği ortaya çıkar.” Türkiye ve KKTC Devleti 24 Nisan 2004’te yapılan referandumda AB’ye girişi garantilemiş Rumların arsız şımarıklığı sayesinde Annan Planı felaketinden kurtuldu. Sonrasında Ankara’nın hayali AB hevesleri ile ABD’nin neocon siyasetine teslimiyeti gölgesinde Talat Hükümeti omurgasız siyasetine ve havanda su dövmeye devam etti. KKTC’deki AB’ci ve Rumcu sözde Türk siyasetçiler ve STK’lar bağımsız Türk ada devleti KKTC’nin güçlenmesini, tanınmasını sağlayacak faaliyetleri diplomasiden kültüre; ekonomiden spora her alanda engellemeye devam ettiler. Maalesef bu sürece Dışişlerimiz içindeki bazı diplomatlar da destek verdi. Büyük bir aymazlık içindeydiler. 15 Temmuz FETÖ darbe girişimi bile bu kesimleri uyandıramadı. GKRY eski (DİSİ) Milletvekili Hristos Rotsas 2016 Temmuzunda şöyle diyordu: “Türkiye’deki darbe gecesi büyük bir fırsat kaçırıldı. Esir Kıbrıs 42 yıl eli-ayağı bağlı pasif oturmasaydı, dün gece belki de Kıbrıs’ın gecesi olacaktı… Attila’ya Saldırabilirdik. Büyük fırsat kaçırdık” demişti. Rumlar asla Enosis’ten vaz geçmiyordu. Makarios’un megali ideası olan Yunanistan ile birleşme fikri ve EOKA’nın yüksek idealleri canlıydı. Canlı tutuluyordu. Biz yine ders almadık. Almıyorduk.
2017 CRANS MONTANA SKANDALI
Annan Planı rezaletine, Ankara’nın AB nezdinde aşağılanmasına, verilen hiçbir sözün tutulmamasına ve en önemlisi 15 Temmuz 2016 FETÖ darbe girişimine rağmen federasyon çözümüne yönelik görüşmelere Türk Dışişlerinin de onayı ile her yönü ile Rumculuğu ve AB’ciliği tescilli KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı ve Hükümeti devam etti. En önemlisi jeopolitik sonuçları olacak adadan asker çekilmesine 7 Temmuz 2017 tarihindeki İsviçre’deki Crans Montana görüşmelerinde gerek KKTC Cumhurbaşkanı gerekse Türk Dışişleri onay verdi. 5’li Crans Montana Konferansı sonrası Mustafa Akıncı basın toplantısında şunları söylüyordu. ‘’Guterres (BM Genel Sekreteri), kısacası mevcut ‘’Güvenlik ve Garantiler” sisteminin yerine yenisinin getirilebileceği düşüncelerini paylaştı…Konferansta, Rumlar başından itibaren adada “sıfır asker, sıfır garanti” söyleminden vazgeçmedi… Bu çerçevede şunun altını çizmemde yarar var: ‘Türkiye bu konuda hiç yardımcı olmadı, hiç bu konularda adım atmadı, hiç açılım yapmadı söylemi doğru bir haber ve doğru bir yaklaşım değildir. Doğrusu, Türkiye bu konularda istekli davrandı. Bu konularda adım atmaya hazır olduğunu ve daha da fazlasını yapabileceğinin sinyallerini Genel Sekreter’e de verdi… Bunun ötesinde askerde ciddi bir indirimin olacağı zaten öteden beri biliniyordu.” Yine imdadımıza arsız Rumlar yetişmişti. Konferansta Akıncı ve Türk Dışişlerinin asker çekme vaadine rağmen, maksimalist Rumlar istediklerini elde edemediler ve konferans dağıldı. Crans Montana dönüşü, KKTC ve Ankara federasyon çözüm modelini terk ederek en nihayet, eşit egemen iki ayrı devlete dayalı bir anlaşma ve devletten devlete ilişki şartını öne sürdü.
FEDERASYON RUHU BEDENİ TERK ETMEKTE DİRENİYOR
KKTC Hükümeti ve Türkiye son 5 yıldır sözde eşit egemen iki devlet çözümünü savunsa da pek çok STK ve medya kuruluşu federalist girişimlere destek olmaya devam ediyor. Zira bu model yani yeni federasyon modeli, Türk askerini adadan çıkaracak en uygun model olmaya devam ediyor. ABD ve batı emperyalizminin emrindeki BM ile AB, başından bu yana adadaki tüm yabancı askerlerin çekilmesini talep ediyor. Zira askeri güç her şeydir. Ancak egemen İngiliz üslerini kimse dile getirmiyor. Ya da hukuksuz bir şekilde 2004 yılında AB’ye alınan haydut devlet GKRY’nin aşırı silahlanmasını; AB’nin savunmaya yönelik PESCO kararlarının GKRY yansımalarını; Fransa’nın adada üslenmesini; daha geçen hafta Fransa’dan 10 adet silahlı helikopter tedarik sözleşmesini imzaladıklarını; ABD’nin GKRY üzerindeki silah ambargosunu kaldırmasını ve askeri yardım projelerini başlatmasını; Rumların kişi başına silah sayısında %34 ile dünya 9. olduklarını; İsrail ile her geçen gün artan savunma işbirliği ve silahlanma projelerine; kimse ses çıkarmıyor. Varsa yoksa Türk askeri. BM Güvenlik Konseyinin 541, 542, 550 sayılı kararlarının Türk askerini işgalci statüde nitelendirmeye devam etmesinin yanısıra 1983 yılında ilan edilen KKTC’nin yasa dışı; Kıbrıs’ta tek meşru yönetimin BM’nin 186 sayılı kararı ile sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti” olduğunu ve bu devletin egemenliği ile toprak bütünlüğüne saygılı olunmasını talep ediyorlar. KKTC’ye denizden ve havadan resmen ablukaya yakın ambargo uyguluyorlar. KKTC toprağı olan Maraş’ın Rumlara iadesini ve son tahlilde Kıbrıs’ta çözümün iki toplumlu, iki bölgeli, tek egemenliğe, tek vatandaşlığa, tek temsiliyete dayalı bir federasyon olacağını dayatmaya devam ediyorlar. AB üzerinden dağıttıkları milyonlarca avro ile Kıbrıs Türkünü Türkiye’ye düşman etmeye, kurtarıcı ve garantör Türk ordusunu işgalci göstermeye ve neredeyse adayı bir nevi Tayvanlaştırmaya alçakça devam ediyorlar.
KKTC HÜKÜMETİ HATA YAPMAMALI
Bu duruma KKTC Hükümetinin zaman zaman GKRY ve AB ile etkileşim kuran ve sözde güven artırıcı önlemler söylemi altında yürütülen ikircikli siyaseti de dolaylı yönden katkı sağlamaktadır. En azından KKTC Cumhurbaşkanını ziyaret eden batılı liderler veya yöneticiler ile görüşmelerde KKTC Bayrağının kaldırılması bile bağımsızlığın özde değil sözde kaldığını gösteriyor. Vatanı ve bağımsızlığı temsil eden Milli Bayraktan daha kutsal ve gurur verici ne olabilir ki? Devlet kuran Rauf Denktaş’ın Anıt Mezarının vefatından bugüne kadar geçen 10 yıla rağmen tamamlanamaması nasıl izah edilir? Bunlar çok ciddi ve can yakıcı göstergelerdir. Federasyon süreci sözde ve özde tamamen ortadan kalkmalıdır.
EŞİT EGEMENLİK KAVRAMI DOĞRU MU?
2017 Crans Montana Konferansı sonrası ilan edilen eşit egemenlik kavramı dolaylı yoldan federasyonu çağrıştırmaktadır. Kime karşı eşit egemenlik kastediliyor? Neden böyle bir ‘’benchmark’a ihtiyaç duyuluyor? Neden Rumlar ve Rum tarafı muhatap alınıp eşit egemenlik öne sürülüyor? KKTC, zaten tek başına egemen ve bağımsız bir varlık değil midir? Bugün için KKTC’nin bağımsızlığının gururla savunulması ve tanınmasının sağlanması yeterli olmaz mı?
HUKUKİ GARABET
Bugün adada tam bir hukuki garabet yaşanmaktadır. Bir yandan BM, ABD ve AB, yeni Federasyon odaklı çözümü savunurken, diğer yandan 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin devam ettiğini ve bu devleti GKRY’nin temsil ettiğini dayatmaktadır. GKRY, işine geldi mi tüm adayı temsil ettikleri Kıbrıs Rum Cumhuriyeti kimliği ile işine geldiklerinde de KKTC karşısına GKRY olarak çıkmaktadır. Bir yandan da BM öncülüğünde yeni federasyon temelli çözüm sürecini savunuyorlar. Örneğin, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin devamı tezi içinde 1960 anlaşmalarına tamamen aykırı olduğu halde AB’ye üye olmalarına göz yumuluyor. Veya ilan ettikleri kanunsuz MEB içindeki 13 sahada KKTC’nin haklarını hiçe sayarak sondaj yaparken KKTC hakları veya payı gündeme bile getirilmiyor.
1960 DEVLETİ BİRKAÇ KEZ ORTADAN KALKTI
Gerçekte GKRY, 1974 yazındaki büyük askeri yenilgi sonunda önce otonom iki yönetimi kabullenmiş, sonra da Türk askerinden kurtulmak için Kıbrıs Cumhuriyetinden yeni bir Federasyon tezine geçmiş; bu tez de 2004 yılında Annan Planı rezaletiyle son bulmuştur. Ancak bugün emperyalizm ve GKRY hem 1960 devletinin devamı oldukları hem de federal çözüm sürecini aynı anda savunmaya devam etmektedirler. Gerçekte adada iki toplum arasındaki mal mübadelesi, karşılıklı göç vb. sorunlar devam edince, Denktaş liderliğindeki Kıbrıs Türk yönetimi, 1975 yılında Kıbrıs Türk Federe Devletini kurarak gevşek yapıda bir federasyonun çözüm olabileceğini düşündü. 1960 Devleti tabutuna ilk çivi hem 1974 Cenevre görüşmeleri hem de 1977 BM-Denktaş- Makarios ve 1979 BM-Denktaş-Kipriyanu Zirvelerinde varılan anlaşmalarla çakılmıştır. İki taraf ve BM, iki ayrı otonom yönetimi kabul etmişler ve 1960 devletini sonlandırmışlardır. Ancak Rum tarafı, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’yle ilgisi olmayan yönetimdeki tüm temsilcilerin Rumlardan oluştuğu bir yapıda ısrar edince, Kıbrıs Türk yönetimi, 15 Kasım 1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni kurarak, bağımsız ve ayrı bir devlet olmayı seçmiştir. Bu devletin adında Kuzey kelimesinin bulunması devletin adanın sadece Türk nüfusun yoğun olduğu bölgeyi kapsadığını vurgulamaya yönelik olduğu açıktır.
KKTC TÜRK DÜNYASI İÇİN BÜYÜK BİR KAZANIMDIR KAYBEDİLEMEZ
KKTC’nin ilanı emperyalizme büyük bir tokat olmuş ve tarihte 100 yıl sonra Anadolu güneyinde, Ege’nin doğusunda ve Süveyş kuzeyinde tekrardan bağımsız bir Türk ada devletinin kurulmasına batı emperyalizmi adeta isyan etmiş ve tüm düşmanlıklarını kusmuşlardır. Bu düşmanlık zamanın ruhuna uygun şekilde devam etmektedir. 24 Nisan 2004 günü batı karşısında geçmişin asaleti ve tarihin şahitliğine inat büyük bir onursuzlukla Annan Planına evet diyen ve batı karşısındaki ezikliğini dışa vuran taraf olmasına rağmen bir kısım ada Türkleri uzattıkları elin kırıldığını görememiş ve düşmanlığı görmezden gelmiştir. Bu sahte körlük devam etmektedir. Bu körlüğe Mavi Vatan ile gündeme gelen deniz yetki alanlarına sahip çıkmak bir yana Mavi Vatana karşı menfi duruş da eklenmiştir. KKTC Yönetimi Türk nüfusun 5. Kol ve algı operasyonlarına teslim olmasına izin vermemelidir. Zira KKTC sadece orada yaşayan yarım milyon civarında Türk’ün kaderini değil, 85 milyonluk Türkiye ve doğusundaki Türk dünyasının jeopolitik kaderini de etkilemektedir. Türk dünyası da KKTC’nin denizler ve Asya yüzyılı olan 21. Yüzyılda kendileri için gelecekteki önemini kavramalı ve derhal bu devleti tanımalıdır. Gerisi boştur.
KKTC ADINA SİSMİK VE SONDAJ YAPILMALIDIR
Bugün adada egemen eşitlik temelli iki ayrı devlet argümanına ihtiyaç yoktur. O devlet yani KKTC tüm kurumları ile zaten vardır. 1960 devleti 1974 Cenevre görüşmeleri ve Denktaş – Makarios Zirve Anlaşması ile çökmüştür. Geriye bu tezi savunmak kalmaktadır. Bu da KKTC ve Türkiye’nin kendine güveninin bir fonksiyonudur. Sorun da burada başlamaktadır. Örneğin GKRY son bir yıldır 2007 tarihinde haydutça ilan ettiği 13 lisans sahasından 5 no’lu sahada sondaj yapmaktadır. Bu sahanın yarısına yakını bizim kıta sahanlığımız içindedir. 5 No’lu sahada Rumlar için delme yapan Exxon Mobil ve Katar Petrol firmalarının deniz dibinde Türkiye’ye ait sahanın dibindeki rezervlerden sifon yapmayacağının garantisi var mıdır? Yoksa Dışişleri Bakanının açıkladığı gibi ‘’bizim sınırı çizgimizin kuzeyine çıkmayacaklar’’ demek yeterli olur mu? 2020 yazına kadar KKTC adına sismik ve sondaj yapan gemilerimiz vardı. Bugün bırakalım KKTC adına sondaj veya sismik yapmayı, Türkiye adına son 2 yıldır sondaj ve sismik faaliyetler durdu. Sifon yapılıp yapılmadığını anlamanın tek yolu Türkiye’nin de 5 no’lu sahada kendi tarafında derhal sondaja başlamasıdır. 5 No’lu saha verimli olmasa GKRY neden burada sondaj yaptırsın? Diğer yandan mademki BM’ye göre GKRY, 1960 devletinin devamıdır o halde 1960 devletinde mevcut olan Türklerin hakkı ne olacak? O halde TPAO elinde tuttuğu filonun gemilerinden bazılarını KKTC Hükümetine kiralamalı ve önceden ruhsat verilen sahalarda derhal sismik ve sondaj faaliyetleri başlatılmalıdır. Deniz jeopolitiğinde temel prensibi hatırlatayım: ‘’Gitmediğiniz ve kullanmadığınız yer sizden uzaklaştırılır.’’
ANADOLU GÜNEYDEN KUŞATILAMAZ. İZİN VERİLEMEZ
KKTC’nin jeopolitik varlığı Türk Boğazları ve Mavi Vatandan ayrılamaz. İçimizdeki Atlantikçi mandacılar, adadaki Rumcu AB’ciler ne derse desin Türkiye, jeopolitik geleceğini güvence altında tutmak zorundadır. Emperyalizm Türkiye’nin denize çıkmasına ve deniz jeopolitiğinde hâkim oyuncu olmasını istemez. Federal çözüm aldatmacası devam edecektir. Amaç adadaki Türk askerini yani ikinci donanmamızı kovmaktır. Diğer amaç, Türkiye’yi kıtaya itmektir. KKTC’yi kaybeden Türkiye Akdeniz’i kaybeder. Batı Asya Türklerinin binlerce yıl önce batıya doğru başlayan büyük yürüyüşü Anadolu yarımadasında durdu. KKTC, bu yürüyüşün güneydeki kalesidir. Vaz geçilemez. Son günlerde siyasetin ağırlık merkezi her ne kadar Ege olsa da bunun temel nedeni ABD tarafından kışkırtılan Yunan Hükümetinin yaratılan Türk Yunan düşmanlığını kullanarak 9 ayrı üste Amerikan askeri varlığına kamuoyunun ses çıkarmasının önlenmesidir. Bizim ağırlık merkezimiz KKTC ve ayrılmaz parçası olan Doğu Akdeniz deniz yetki alanlarımız olmaya devam etmelidir. Libya’daki askeri ve siyasi varlığımız da bu nedenle çok önemlidir. Bingazi Merkezli Sirenayka Bölgesi, Anadolu yarımadası, KKTC, Mavi Vatan ve Türk Boğazları dörtlüsünün giriş kapısıdır. Bu bölge ve Libya ile stratejik ve siyasi ilişkileri güçlü tutan Türkiye, denizden kıtaya itilme direncini geliştirir. Güçlü bir donanma kullanabildiği güçlü coğrafi bölgeler ve üsler kadar güçlüdür. O nedenle batıda Libya, doğuda KKTC coğrafi olarak daima Türkiye yanında olmalıdır. Bu bölgelere Boğazlar Bölgesinin batı periferisi sayılan Balkanlar da katılmalıdır.
SONUÇ
KKTC’de yaşanan iç siyasi çekişmeler, ekonomik sıkıntılar, AB ve Rumcu mandacılara rağmen jeopolitik kayıplara neden olacak hiçbir süreci tetiklememelidir. Ukrayna ve Rusya krizinin yaşandığı günümüzde batının ucuz kan aradığı, yeni maceraları başlatmak için can attığı bir ortamda, KKTC’nin jeopolitik varlığının ve Doğu Akdeniz’deki Türk mevcudiyetinin değil gerileme, duraksamaya dahi tahammülü yoktur. Konjonktür KKTC’nin tanıtılması ve yeni fırsatlar yaratılması için Asya güçleri ile ilişkilerde hiç bu kadar uygun olmamıştı. Değerlendirme becerisi ve kararlılığı gösterilmelidir. KKTC’de deniz ve hava üssü kurulma projelerimiz hızlandırılmalı, Türk işadamları ile BRICS yatırımcıları adada teşvikler verilerek yatırıma davet edilmelidir.
Comments