top of page
  • Ünal GÜL

ERDOĞAN ANALİZLERİ-1

AKLIMDA TUHAF SORULAR

Sayın Temel ERSOY yazdı

Türk ekonomisi güçlü mü?


2021 yılında dünyanın en büyük 21'inci ekonomisi olan Türkiye'nin, ekonomik göstergelerde yaşanan negatif gelişmeler nedeniyle 2022 yılında 23'üncü sıraya kadar gerilemesi bekleniyor. IMF verilerine göre Türkiye, 2003’ten bu yana ilk kez en büyük 20 ekonominin dışında kaldı. Türkiye’nin dünya ekonomisinden aldığı pay da son yıllarda giderek düşüyor.


Türkiye’de ekonominin bu kadar kötü olması Erdoğan’ın kabahati mi?


Türk hicivli haber sitesi Zaytung bu sorunun yanıtını bir makalesinde çok güzel açıklıyor. “Borç parayla cep telefonları satın alarak ve binalar dikerek bir dünya gücü olmayı hedefleyen Türkiye, şu anda yaşanan ekonomik çöküşün müsebbibi olan dış güçlerin tehdidi altında bulunuyor. ” Bugün yaşanan ekonomik kriz 2008’de yaşanan düşük gelir grubuna yüksek faizle verilen ipotekli konut kredisi krizinin bir sürümü. Temel faraziye “gayrimenkul asla değer kaybetmez.”


Türkiye 2001’de ciddi bir bankacılık krizi yaşadı ve bankacılık sistemini daha sağlıklı duruma getirecek reformlar yaptı. Bu reformların sonucu olarak da Türkiye 2008 krizinden çok fazla etkilenmedi. FED faiz oranlarını eksiye düşürdü. Para ABD’den kaçtı ve aralarında Türkiye’nin de bulunduğu gelişmekte olan dünyaya uçtu.


Bu gibi durumlarda yapılabilecek en mantıklı şey parayı daha fazla para kazandıracak şeylere yatırmaktır. Erdoğan dâhil pek çok Türk, bir para bolluğunda yüzdüğünü, Türkiye harika bir yer olduğu için paranın ülkeye geldiğini farz ediyordu. Para akışı demek gayrimenkul fiyatlarının birden fırlaması demekti. Bina dikmek son derece karlı hale gelmişti: Maliyet aynı kalırken diktiğiniz binanın değeri Türkiye’ye akan paranın miktarı ile orantılı olarak değer kazanıyordu. Böylece, gittikçe daha fazla bina dikildi.


Türkiye de, bütün diğer ülkeler gibi, eğitimli, daha liberal bir gruba sahip. Pek çok liberal bu sürecin çok tehlikeli bir aptallık olduğuna işaret etti. Benzer şekilde sosyalistlerin de yoğun itirazları vardı bu çılgınlığa. İnşaat sektörüne tüm kapitalist ülkelerde “lokomotif” bir sektör, bir “büyüme motoru” gözüyle bakılmaktadır. Bunun sebebi farklı sektörlerle kurduğu bağlardır.


Türkiye’nin konut ve kentleşme durumuna bakıldığında; özellikle 1945`ten sonra, sanayileşmeyle birlikte başlayan aşırı göç sebebiyle; başta büyük şehirler olmak üzere neredeyse bütün il ve ilçelerimizin tamamında kaçak yapılaşma görülmektedir. Son yıllarda ülkemizde, sanayi üretiminden ziyade gayrimenkul değerlenmesi (arazi rantı) ve inşaat sektörü üzerinden bir kalkınma modeli söz konusu olduğundan tüm Türkiye’de arsa ve arazi fiyatlarının aşırı değerlendiği hatta büyük şehirlerde bu arsa rantının önüne geçilmez bir hal aldığı aşikârdır. Arsa üretiminin yetersiz kalması ise konut fiyatlarının yüksek olma sebeplerinden biridir.


İnşaat sektörü, hem sayısız çeşitte ara mal imal eden sektörlerin çıktılarını (çimento, demir-çelik, ahşap, cam, plastik, boya, kablo, mermer, seramik, elektrik malzemeleri vb. sanayiler) girdi olarak kullanarak o alanlardaki büyümeyi teşvik etmekte, hem de konutların satışından sonra da dayanıklı tüketim malları üreten sektörlerin ürünlerine (beyaz eşya, elektronik ürünler, mobilya, ev tekstil ürünleri ve hatta otomobil vb.) olan talebi canlandırmaktadır. Örneğin TÜİK verilerine göre Türkiye’de inşaat sektörünün ekonomi içindeki doğrudan payı % 8 ilâ 9 arasındayken, yalnızca inşaat için gerekli malzemeler dikkate alındığında bu pay dolaylı olarak %30’lara çıkmaktadır.


İnşaat sektörünün özellikle yoğun nüfus hareketlerinin (kente göç dalgaları) olduğu dönem ve ülkelerde öne çıkmasının bir nedeni de, emek-yoğun bir sektör oluşu ve vasıfsız emeğe yüksek istihdam sağlama kapasitesidir. Bilhassa orta gelişkinlikteki kapitalist ülkelerde, sektörde taşeron çalışmanın genel bir kural olması, sendikalaşma oranının çok düşük oluşu, sigortasız ve güvencesiz çalışmanın yaygınlığı gibi faktörler, kırdan kente yönelen vasıfsız emekçi kitleleri hem kolayca istihdam edebilmek hem de onların emeklerini dizginsizce sömürebilmek açısından kapitalistlere geniş olanaklar sunuyor.


Türkiye’de konut ve inşaat sektörü son 20 yıldaki gelişimi ile ülkedeki ekonomik büyüme ve GSYH miktarlarının önemli faktörlerinden biri oldu. Yıllar içinde gerek yüklenici firmaların gerekse de kentsel dönüşüm projeleri ve Toplu Konut İdaresi Başkanlığı (TOKİ) ile beraber devletin konut ve inşaat sektörüne dâhil olması ile Türkiye’deki inşaat ve konut sektörlerinin büyümesi kaçınılmaz oldu. İnşaat sektörünün böylesine hızlı gelişimi özellikle mülteci akınlarıyla hızlı artış gösteren ülke nüfusu, insanların büyükşehirleri yaşam alanı olarak tercih etmesi ve bununla beraber büyükşehirlerde artan konut talebini karşılamasını sağladı.


2017 yılına kadar konut ve inşaat sektöründe gerek konut üretiminde gerekse de satışlarında iyi durumda gözüken Türkiye’de sektör, 2018 yılı içerisinde negatif veriler ortaya koydu. Türkiye’de özellikle 2018 yılının 2. yarısından itibaren döviz kurlarında yaşanan ciddi artış beraberinde enflasyon oranlarının da ciddi şekilde yükselmesine sebep oldu. Yükselen enflasyon ve onu dengelemek amacıyla Merkez Bankası’nın faiz oranlarında yaptığı yukarı yönlü değişiklikler, konut ve inşaat sektörlerini oldukça etkiledi. Gerek, faizlerin artmasıyla beraber vatandaş tarafından konut kredisi alımının zora girmesi ve eldeki parayı mevduata yatırmanın getirisinin daha fazla olması gerekse de yükselen enflasyon oranları ile zaten kredi ile alımı zorlaşan konutların fiyatlarının da artması, son dönemlerde konut ve inşaat sektörünün olumsuz yönde etkilenmesine sebep oldu. Bu da bizi Türkiye’nin en büyük yüklenicisi olan Erdoğan’ın faizleri aslında “ortada nas var yahu!” diye değil can çekişen ve temsilcisi olduğu inşaat sektörünü ayakta tutmak için dayattığı gerçeğine götürüyor.


TCMB’nin yayınladığı konut birim fiyatlarını üç büyük şehre ve Türkiye ortalamasına göre incelediğimizde; 3 büyük şehirden İstanbul ve İzmir’de m2 başına konut fiyatları, 2012 yılından bu yana Türkiye ortalamasının üstünde seyrederken, Ankara’da ise konut fiyatları Türkiye ortalamasının altında seyretti. Ocak 2019 itibarıyla İstanbul’da m2 başına konut fiyatı ortalama 4 bin TL, İzmir’de 2.800 TL, Ankara’da da 1.800 TL iken Türkiye ortalaması ise 2.275 TL olarak gerçekleşti.


Bu resmi rakam, peki gerçek fiyatlar nasıl? Piyasa verilerine göre Türkiye genelinde birim metrekare fiyat ortalamasının 4 bin 150 lira seviyesine yükseldiğini belirten ve bazı şehirlerden örnekler veren Altın Emlak genel Müdürü Mustafa Hakan Özelmacıklı, “Üç büyükşehir için birim fiyat ortalamalarına baktığımızda İstanbul 6 bin 447,2-TL/m2 ile ilk sırada yer alıyor. İstanbul’u 5 bin 26,2-TL/m2 ile İzmir, 3 bin 84,5-TL/m2 ile Ankara takip ediyor. En çok artış gösteren iller ise yüzde 45,8’ile Aydın, Denizli ve Muğla iken, yüzde 41,9 artış ile Antalya, Burdur, Isparta, Diyarbakır ve Şanlıurfa oldu” ifadelerini kullandı. Bu fiyatların da 2021 yılına ilişkin olduğunu göz önünde tutmamız gerekiyor.


Türkiye’de inşaat sektöründe istihdam edilen kişi sayısı, özellikle 2008 krizinden itibaren çok büyük oynamalar göstermeden neredeyse sürekli olarak artarak, 2016 yılında 2 milyona ulaşmıştır. Aynı dönem boyunca, inşaat işçilerinin sayısının tarım dışı istihdam edilen toplam işçi sayısına oranı da %7,5’tan %9’a çıkmıştır. 2022 yılında 4 milyon 866 bin kişi tarım sektöründe, 6 milyon 663 bin kişi sanayi sektöründe, 1 milyon 846 bin kişi inşaat sektöründe, 17 milyon 378 bin kişi hizmet sektöründe istihdam edildi.


Bunların yanı sıra, inşaat sektörü özellikle finans alanında da ciddi bir hareketliliği beslemektedir. Kredi sistemi olmaksızın kapitalist ekonominin işleyişi imkânsız hale gelmiştir. İnşaat sektöründe bu durum çıplak bir şekilde ortadadır; inşaat ve finans sektörü tam bir karmaşık ilişki oluşturmaktadır.

İnşaatların yapılması için şirketlere sağlanan kredilerden, konut ya da işyeri satın alacaklara verilen kredilere ve hatta sonrasında mekânların donatılması için kullandırılan tüketici kredilerine kadar, sürecin her aşamasında finans kuruluşları devrededir. Finans kuruluşları, yalnızca verilen kredilerden gelen faizlerle değil, çeşitli türev kâğıtlar aracılığıyla muazzam vurgunculuk yaparak da muazzam kârları cebe indirmektedirler. Dolayısıyla inşaat sektörüne öncelik vermek aynı zamanda finans sektörüne de ciddi boyutlarda kan nakli anlamına gelmektedir.


Bu sonuncu faktörün özellikle neoliberal politikalarla birlikte körüklendiğini görüyoruz. Kapitalizmde üretilen tüm ürünler esasen satılmak amaçlı bir meta karakteri taşırlar. Kuşkusuz bu durum konutlar için de geçerlidir. Kapitalizm ilerledikçe konutların meta olma durumu çok daha belirgin hale gelmiştir. Örneğin dünyada olduğu gibi Türkiye’de de neoliberal dönüşümle birlikte, kamuda çalışan bazı kesimlerin barınma ihtiyaçlarını karşılayan lojmanlar tasfiye edilmiş, kimi ülkelerde yaygın bir yer tutan belediye evleri uygulamaları sonlandırılmış ya da sınırlandırılmış, insanların kendi kullanımları için konut inşa etmek üzere bir araya geldiği konut kooperatifleri gözden düşürülmüştür. Aslında gecekondulara karşı neoliberal hükümetlerin ve yerel yönetimlerin savaş açmasını da aynı kapsamda düşünebiliriz. Bunların hepsi de konutların esasen bir kullanım değeri olarak değil, değişim değeri olarak üretilmesini teşvik etmek için atılan bilinçli adımlardı. Konut satışlarında kullanım amacıyla değil yatırım yapma amacıyla gerçekleşen satın almaların ciddi bir orana yükselmesi de, değişen bu eğilimin çarpıcı göstergelerinden biridir.


Konutların meta karakteri baskın hale geldikçe, kentsel getirinin inanılmaz boyutlara çıkması, kentleşme yoluyla sermaye birikim kanallarının genişlemesi, finansallaşma ve borçlanma temelinde tüketimin canlandırılması ve emekçilerin borç batağına sürüklenmesi gibi olgular da baskın hale gelmiştir. Konut kredisi taksitlerini ödemeye devam edebilmek için işçilerde her türlü kötü çalışma koşuluna boyun eğme eğiliminin güçlenmesi kapitalistlerin işine gelmektedir.


Türkiye’de inşaat odaklı büyüme politikaları


Tüm dünyada gözlemlenen bu eğilimler, Özal döneminden başlayarak Türkiye’de de hâkim hale gelmiştir. AKP, 12 Eylül darbesinin önünü açtığı ve Özal’ın öncülük ettiği neoliberalizasyon sürecini, özelleştirmeler, işçi haklarına saldırılar, sosyal hakların gaspı, sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma, esnek üretim, düzensiz çalışma biçimlerinin yaygınlaştırılması gibi başlıklarda tamamlamıştır. Bu sürecin finansallaşma ve kredi sisteminin geliştirilmesi gibi gerekleri esasen AKP döneminde yerine getirilmiştir.


Yaratılan bu zemin inşaat sektörünün atılım yapabilmesi için zorunlu idi. Yeri gelmişken ilginç bir noktaya da işaret edelim. Yakın zamana kadar AKP, sağ gelenek içinde sözde demokrat bir kökene işaret etmek için Menderes ve Özal’a atıfta bulunuyordu. Her iki sağcı politikacının da AKP liderlerinin de “demokratlık” gibi ortak bir özellikleri olmasa da hepsinin de “inşaatçılık” gibi ortak bir niteliklerinin olduğunu belirtmekte fayda var. Her üç sağ iktidar döneminde de inşaattaki büyüme oranı, GSYH’deki büyüme oranının epey üstündeyken; Özal ve Erdoğan dönemlerinde, inşaatın büyüme oranları diğer tüm sektörlerden daha fazladır.


Yukarıda tüm dünya için dile getirdiğimiz genel eğilimler ve sektörün özellikleri, AKP dönemindeki inşaatçı yönelime de ışık tutup temel teşkil ediyor. Ancak AKP’nin bu yönelimini daha eksiksiz kavrayabilmek için hem Türkiye’ye özgü nesnel nedenlere, hem de AKP’ye bağlı öznel nedenlere de değinmemiz gerekiyor.


Nesnel nedenler olarak, hem göreli yüksek nüfus artışı nedeniyle hem de özellikle 80’lerin sonlarından itibaren kırdan kente göç dalgalarının katmerli bir şekilde artırdığı konut sorununu, yıllardır birikerek gelen çarpık kentleşme sorununun yarattığı değişim zorunluluğunu, bilhassa Marmara depremlerinden sonra apaçık hale gelen yapı stokunun yenilenmesi gerekliliğini ve kuşkusuz kapitalist gelişim açısından altyapının nicel ve nitel yetersizliğini sayabiliriz. Kentlerde zaten yetersiz olan konut sayısı, bir de var olanların eskimiş, sağlıksız, kalitesiz ve depreme dayanıksız oluşu olgusuyla birleşip konuta olan talebi arttırmıştır. Kente göçle birlikte artan işsizlik sorununu, vasıfsız emeğin istihdam edilebileceği alanlar bulunması gereğini ve hızlı bir ekonomik canlanmaya duyulan ihtiyacın bilhassa 2001 krizinden sonra yakıcı hale gelişini de nesnel nedenler arasında sayabiliriz. Küresel eğilimler ve sektörün sıraladığımız genel özellikleriyle birleştiğinde, bu nesnel zemin, 2002 sonunda iktidara gelen AKP açısından, inşaat sektörünü dönemin acil nesnel ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir alan olarak sivriltmiştir.


Oysa Mahfi Eğilmez inşaata dayalı büyüme modelinin sonunu pek güzel açıklamıştır bir makalesinde.

“1961 Anayasasıyla planlı kalkınmayı bir model olarak benimsediğimizde seçtiğimiz öncü sektör imalat sanayi idi. Bu seçim doğruydu, çünkü Türkiye’nin gelişmiş ekonomilere yetişebilmesi için üretimde kullanılacak makine, alet ve teçhizatı üretmesi gerekiyordu. Ya söz konusu makine, alet ve teçhizatı ithal ederek onlarla üretim yapacaktık ya da o makine, alet ve teçhizatı da burada üreterek iki aşamalı büyüme etkisi yaratacaktık. Türkiye, ikinci yolu seçmişti. O zamanın sloganı ‘kalkınmamızın lokomotifi imalat sanayi olacaktır’ biçimindeydi.


Türkiye, 1980’lerde Özal ile birlikte, dünyada yavaş yavaş egemen olmaya başlayan başka bir öncü sektör seçme modasına kapıldı: İnşaat sektörü. Çok daha az yatırım gerektiren, çok daha kolaylıkla teknolojiye adapte olabilen, hemen sonuç verebilen ve büyümeyi derhal sıçratan bir sektördü inşaat sektörü. Her bir apartman dairesinde yaklaşık 150 sanayi ürünü kullanılıyordu (çimento, demir, kum, boya, cam, pencere, kapı, fayans, parke, lavabo, musluk, elektrik teçhizatı vb.) Dolayısıyla bir daire inşa ederken bu kadar sanayi ürünü üretimine yol açılıyordu. Oysa imalat sanayi, sonuçta üretimde kullanılacak bir ürün (örneğin bir torna tezgâhı) üretiyordu. İlk görünüm böyleydi ve bu ilk görünüm siyasetçinin gözlerini kamaştırıyordu. Çok daha basit, çok daha kolay bir yoldan giderek ekonomi canlandırılmış ve büyüme sağlanmış olacaktı. Ama önce üretilen konutlara talep yaratmak gerekiyordu. Bunun için de devlet teşvikleri, destekleri devreye girmeliydi. Özal, bu sektörü devlet teşvikiyle canlandırabilmek için Toplu Konut İdaresini kurdu. Modern bütçe yaklaşımının temel ilkelerinden olan ‘adem – i tahsis’ (devletin gelirlerinin belirli giderlere tahsis edilememesi) ilkesinin çiğnenmesine aldırış edilmeksizin, devletin vergi ve benzeri adlarla aldığı gelirlerin bir bölümü kurulan fon kanalıyla bu idareye aktarılmaya başlandı.


Ne var ki bu ilk görünüm bir yanılsamadan ibaretti. İnşaatı yaptığınızda fiziksel üretim büyümüş olur, hepsi o. Oysa imalat sanayisine dayalı bir büyüme modeli uyguluyor olsaydık her üretim bir başka üretimin alt yapısını oluşturacaktı. Örneğin torna tezgâhı üreten bir fabrika düşünelim. Bu fabrika bir torna tezgâhı ürettiğinde büyümeye katkı yapmış olacaktı. O torna tezgâhını satın alan işletme o tezgâhta otomobilin bir parçasını ürettiğinde o da büyümeye katkı yapmış olacaktı. Otomobil parçasını alıp yerine takan firma da büyümeye katkı yapmış olacaktı. İnşaat sektörü ilk üretimden sonra büyümeye çok kısıtlı katkı yapar. Oysa imalat sanayi büyümeye çok seferlik katkı yapan bir sektördür. Hatta inşaatta kullanılan birçok ürün de o imalat sanayisinde yapılan tezgâhlar aracılığıyla üretilir.


İmalat sanayisi karmaşık emek isterken inşaat sektörü düz emekle işi yürütebiliyordu. Bu da inşaat sektörünün çekiciliğini artıran bir başka faktördü. Ülkenin önde gelen sanayicileri zaman içinde bütün bu çekiciliklerin etkisinde kalarak inşaatçı olmaya başladılar.


Başlangıçta hızlı büyüyen Türkiye, bir yandan AB ile müzakereye başlamanın verdiği itici güç bir yandan da reel faizin de yüksekliğinin yarattığı ortamla yabancı fonları çekiyor, TL yabancı paralar karşısında güçlü durumda kalabiliyordu. TL’nin gücü enflasyonun ve dolayısıyla faizlerin düşmesine yol açıyor, bankalar uzun vadeli ve düşük faizli konut kredisi vererek inşaata olan talebi artırıyorlardı.


Küresel durumun yükseldiği, likiditenin bol ve akışkan olduğu ortamda bu gidiş son derece normaldi. Sonra birden küresel kriz patladı. Çeşitli nedenleri var krizin. Ama en önemli nedenlerinden birisi de gelişmiş ekonomilerdeki konut balonuydu. Derken bize gelen yabancı para miktarı azalmaya başladı. Bunun ilk etkisi TL’nin değer kaybında ortaya çıktı. Bu gelişme, imalat sanayisini geliştiremediği için sermaye malı ithalatının yüksek olduğu Türkiye’de, ithal malı maliyetlerini ve dolayısıyla enflasyonu artırmaya başladı. Bunu faizlerdeki artış izledi. Artık bankalar eskisi kadar kolay ve ucuz kredi veremiyorlar.


Konuta talep hala oldukça yüksek bir düzeyde görünüyor. Bu, kimseyi şaşırtmasın. Çünkü bugün Türkiye’de konut ve dolar dışında yatırım yapılabilecek alan yok. Mevduatın reel faizi sıfıra yakın, altın, dolar artarsa yükseliyor, borsa inişte. Bu durumda paranın değerini korumak için geriye kalıyor gayrimenkul ve dolar. İnsanlar da onlara yöneliyor. Bunun sonsuza kadar sürmesi mümkün değil. Hiçbir yerde sürmedi. Onun için bugün konutta yaşanan şaşırtıcı talebe karşın inşaata dayalı büyüme modelinin sonuna geliyoruz. Tıpkı aynı politikayı izlemiş olan ve 1997’de krize giren Uzakdoğu ülkeleri gibi, yakın dönemde krize giren ABD, İspanya ve İngiltere gibi.


Görünümüne aldanıp da inşaat sektörünü lokomotif sektör yaparsanız yokuşa gelince lokomotifin treni çekemediğini, trenin lokomotifi geri çekmeye başladığını görebilirsiniz.”


İnşaatçı kapitalizmin körüklenmesinin AKP’ye has nedenleri


Yukarıda saydığımız tüm öğelerin yanı sıra AKP’nin inşaat sektörüne bu denli yüklenmesinin ona has ve birbiriyle iç içe geçen iktisadi, siyasi ve toplumsal hevesleri de mevcuttur.


Tüm burjuva hükümetler burjuvazinin genel çıkarlarına hizmet ederlerken, daha organik bir ilişki içinde oldukları burjuva grup ya da kesimleri kollayıp palazlandırmaya çalışırlar. AKP için bu tespit misliyle doğrudur. Zira o başlangıçta TÜSİAD ve uluslararası burjuvazinin desteğini alarak iktidar koltuğuna otursa bile, siyasal köken olarak geleneksel burjuvazinin desteklediği çevrelerden gelmiyor, esas olarak İslamcı kesimden gelen ve büyük bir yükseliş içindeki sermaye kesimlerini temsil ediyordu. Dolayısıyla AKP “İslamcı” sermayeyi mümkün olan en büyük hızla palazlandırarak ekonomi alanında bu sermaye kesimlerinin de söz sahibi olmasını, bu sayede geleneksel burjuvazinin olası taş koymalarının önüne geçmeyi hedefliyordu.


AKP yandaşı sermaye gruplarının arasında inşaat şirketlerinin hızlı yükselişi tesadüf değildir. Toprak ve gayrimenkul getirimi hızla zenginleşmenin en kestirme yollarından biridir, hükümetle ya da yerel yönetimlerle kurulan güçlü ilişkiler bunun için yeterlidir. Bu ilişkiler sayesinde, devlet ihaleleriyle, arazi tahsisleriyle, imar ve yönetmelik değişiklikleriyle hızlı bir büyüme yaşamak oldukça kolaydır. AKP’nin Kamu İhale Yasasında 30’dan fazla kez değişiklik yapması, sayısız imar düzenlemeleri boşuna değildir. Aslına bakılırsa AKP’li kadrolar, getirim yaratma ve paylaştırma konusunda 90’lı yıllarda yerel yönetimlerde epey deneyim biriktirmişler ve kendilerine yakın firmaları daha o dönemden başlayarak ihya etmeye girişmişlerdi. Hükümet olduklarında ise bu deneyimleri adeta kurumsal hale getirdiler. AKP yandaşı inşaat şirketleri sektörde büyük ve etkin tekeller haline geldiler; Kiler, Torunlar, Sinpaş, Saf gibi kurumlar GYO’lar arasında sivrilirken, büyük ölçekli projelere ve TOKİ ihalelerine de Limak, Ağaoğlu, Varyap, Kalyon, Gap, Cengiz İnşaat gibi firmalar adeta ipotek koymuşlardır.


Altını çizdiğimiz inşaat-finans karmaşık ilişkisi bağlamında düşündüğümüzde, inşaat sektörünün önünü açmakla, AKP bu inşaat-finans kuruluşlarının yanı sıra, hem geleneksel TÜSİAD burjuvazisinin denetimindekileri hem de uluslararası finans kuruluşlarını ihya ederek onların rızasını da güçlendiriyordu. İşleri tıkırında giden TÜSİAD sermayesinin içlerine sindirememelerine rağmen AKP iktidarına katlanmalarının bir sebebi de bu yağlı pastadan aldıkları kocaman paylardır.


AKP sermayesinin büyük burjuvazi içindeki yerinin sağlamlaştırılması, AKP’nin giriştiği siyasal hegemonya kavgasında elinin güçlenmesi için de bir gereklilikti. 28 Şubat’tan hükümet olmanın yetmediği dersini çıkaran AKP, askeri-sivil bürokrasinin ve temsilcisi olduğu burjuva kesimlerin hâkim pozisyonunu kırarak kendi siyasal istikbalini garanti altına alma telaşındaydı. Darbe söylentilerinin ayyuka çıktığı ilk iktidar döneminde AKP, uluslararası burjuvazi ve TÜSİAD’ın AB’ci kanadının desteğiyle, askeri-sivil bürokrasiye karşı giriştiği hegemonya mücadelesinden galip çıktı.


2001 krizinden sonra dayatılan IMF programının 2007’de sona ermesi de AKP’nin iktisat politikaları tercihinde elini rahatlatmış, keyfiliği arttırmış ve kendi siyasi ihtiyaçları doğrultusunda politikalar belirlemesini kolaylaştırmıştı. Fakat devam eden kriz nedeniyle, KOBİ’lerin teşvikine dayalı ihracat artışıyla ekonomik büyüme politikaları tıkanmıştı. Dünya pazarının daralması gerçekliği karşısında bir yandan yeni pazarlar bulmak için seferber olunurken, bir yandan da merkezinde inşaat sektörünün olduğu “iç talep odaklı büyümeye” yönelindi. İç talebi teşvikin en kolay yolu da inşaat sektörünü daha da körüklemekti. Hem 2008 krizinin etkilerini minimize etmek hem de büyük sermaye çevreleriyle bozulan ilişkiler nedeniyle, dayandığı sermaye gruplarının önünü daha da açmak üzere AKP kriz dönemiyle birlikte bu doğrultuda tam bir inşaat seferberliği başlattı. Verilere baktığımızda gerek üretilen konut sayısında gerekse de toplam ciroda krizi takiben ciddi düşüşler olmasına rağmen, istihdamda ciddi bir düşüş olmadığını, bilakis artış yaşandığını görüyoruz. Bu artış da esas olarak, bina dışı inşaat faaliyetlerinde, yani devletin giriştiği altyapı yatırımlarında yaşanan artıştan kaynaklanıyor. Gerçekten de altyapı yatırımları, krizden neredeyse hiç etkilenmemiş, tersine, AKP bu alandaki devlet yatırımlarını daha da arttırarak hem ekonomiyi canlı tutmaya hem de işsizliğin daha da patlamalı olarak büyümesinin önüne geçmeye çalışmıştır. Bir başka deyişle, özellikle 2008 yılından itibaren, inşaat sektörü bizzat devlet eliyle ekonominin lokomotifi olarak işe koşulmuştur.


2009 yerel seçimlerinde yaşadığı gerileme de siyasal destek ile ekonomik büyüme arasındaki bağlantıyı AKP’ye net şekilde göstermişti. Ne pahasına olursa olsun hızlı büyüme anlayışı o günden bu yana AKP liderliğini belirliyor. Büyüyoruz, modernleşiyoruz, muasır medeniyetler seviyesine çıkıyoruz söylemi bu topraklarda sağıyla soluyla burjuva partilerin ortak paydasıdır. Bilhassa sağ iktidarlar, yaptıkları bayındırlık işlerini öne çıkartıp diğerlerini bunun üzerinden eleştirmeye bayılırlar. AKP’nin bundan muaf olmadığı, bilakis bu söylemi alabildiğine köpürttüğü bilinen bir gerçektir. Birçok seçim kampanyasında, yapılan çift yolların propagandasına öncelik verilmesi de bunu gösteriyor. AKP’nin yol sevdası hiçbir engel tanımıyor, hatta kendi kutsal değerlerini bile! Sıradan işçilerin de ağzından düşmeyen “ama yol yaptılar” sözleri, bu propagandanın emekçi kitleler nezdinde bir karşılığı olduğunu gösteriyor. Demek ki, kentler şantiyeye dönüp getirimciler de büyürken, çok boyutlu ve derin bir tahribat yaşanırken, AKP bunu bir dönem boyunca topluma büyük bir olumluluk olarak yutturmayı ve siyasal kazanç sağlamayı başarabilmişti. Ama giderek artan tepkiler karşısında, sanki büyük kentlerin yaşanılmaz hale gelmesi kendi eserleri değilmiş, gökdelenlerin dikilmesine onlar izin vermemiş, yeşil alanları imara kendileri açmamış gibi, bugün yapılaşmanın çirkinliğinden, “dikey kentleşme ”den, yeşilin azlığından vb. bahsedip hiç utanıp sıkılmadan hayali birilerini suçluyorlar!

Emekçi kitlelerde yaratılan “değişimci, çağ atlatıcı” iktidar algısının bir diğer dayanağı da, on yıllar boyunca kaderine terk edilen, altyapıdan, ulaşım imkânlarından yoksun, kışın çamur, yazın toz içindeki emekçi mahallelerinin bir ölçüde elden geçirilmesidir. Bu mahallelere dönük altyapı yatırımları, küçük parklar, spor alanları vb. ile AKP emekçilere ne denli değer verdiği yalanını inandırıcı kılmaya çalışmıştır. Bu propagandayla, söz konusu faaliyetlerle belediyelerle sıkı fıkı göreli daha küçük inşaat sermayesinin palazlandırıldığı ve belediye yöneticilerinin banka hesaplarının şişirildiği gerçeğinin de üstü örtülmektedir.


İnşaat hamlesiyle sınıf atlama hayalleri kuran küçük-burjuvaların ve eğitimli beyaz yakalıların lüks konutlar ve sitelerde cisimleşen statü arayışlarına çözüm üretilmekte ve bu durum AKP’ye destek olarak somutlaşmaktadır. Daha da önemlisi, konut sahibi olma hevesiyle altına girilen borçların işçiler üzerinde kendiliğinden işleyen bir disiplin mekanizmasına dönüşmesidir. Emekçilerin ev sahibi olmaya her yolla teşvik edilmesi, borçlanma anlamına gelmekte, borçlanma da emekçilerin her türlü kötü çalışma koşuluna “gönül rızasıyla” katlanması sonucunu beslemekte, mücadeleci dinamikleri törpülemektedir. Bu borçluluğun sonsuza kadar genişlemesi mümkün değildir; işlerin bir noktada tersine dönmesi ve varını yoğunu kaybeden emekçilerin seslerini yükseltmeye başlaması kaçınılmazdır.


Nereye kadar?


Bugün gelinen noktada AKP’nin inşaat-finans karmaşık ilişkisini dört farklı yoldan desteklediğini görüyoruz. Birincisi, reel faizler düşük tutulmaya çalışılıyor ve böylelikle borç alınması hem kolaylaştırılmaya hem de cazip kılınmaya çalışılıyor. İkincisi, kentsel dönüşüm projeleriyle inşaat şirketleri için göreli istikrarlı bir konut talebi yaratılmış oluyor. Üçüncüsü, Kamu-Özel Ortaklığı adı verilen modelle ve diğer yollarla girişilen altyapı projeleriyle kaynak aktarımı ve ekonomik canlılık sürdürülmeye çalışılıyor. Bu projeler aynı zamanda yeni getirimler de yaratarak konut fiyatlarındaki artış eğilimini destekleyici bir faktör olarak iş görüyor. Dördüncüsü, TOKİ. Dev bir kamu girişimi olan bu tekel hem doğrudan hem de dolaylı olarak konut piyasasını kontrol altında tutmakta ve yönlendirmektedir.


AKP’nin inşaat odaklı büyüme yönelimini ve hükümetin adeta bir Yüksek İnşaat Komitesi olarak çalıştığını Bakanlar Kurulu kararlarına ilişkin olarak hazırlanan bir rapor çarpıcı bir şekilde göstermektedir. Rapor, 2008 krizinden itibaren Bakanlar Kurulu kararlarının içinde imar ve gayrimenkulle ilgili olanların oranındaki çarpıcı yükselişi apaçık gösteriyor. 2009’da hükümet kararlarının sadece %5’i bu konulardayken, bu oran giderek artıp 2013’te %60’a fırlamıştır. İstanbul’a üçüncü havalimanı, üçüncü köprü ve kentsel dönüşüm projeleri ile ilgili kararlar bunlar içinde ağırlıklı bir yer tutmaktadır.


Bu gidişat daha ne kadar devam edebilir? AKP döneminde inşaat sektörü, ekonomik gidişatın abartılı bir göstergesi niteliği taşıyor. Normal dönemlerde ekonominin genelinden daha hızlı büyürken, kriz dönemlerinde de genelden çok daha büyük bir çöküntü yaşıyor. Örneğin, 2002-2014 döneminde kriz yılları dışarıda bırakıldığında ekonominin geneli %6,2 büyürken inşaat %9,9 oranında büyümüş, kriz yıllarında (2008-2009) ise ekonomi %4,2 küçülürken, inşaat sektörü %12,1 oranında küçülmüştür. Yani genel ekonomik dengelerdeki sarsıntılar inşaat sektörüne katlanarak yansımaktadır.


İnşaat sektörünü motive eden iki faktör, konut fiyatlarındaki ve konuta olan talepteki artıştır. Veriler konut fiyatlarındaki artışın bir balon olduğunu göstermesine rağmen, yukarıda sıraladığımız nesnel nedenler ve AKP’nin politikaları sayesinde talepte şimdiye dek süren devamlılık bu balonun patlamasını şu ana kadar engellemiş görünüyor. Ama bu politikalar başta borçluluk olmak üzere ciddi sorunların birikmesine yol açıyor.


Yarattığı tüm negatif insani, toplumsal ve doğal sonuçları, sektörün doğasından kaynaklı coğrafi sınırlamaları, insanların giderek artan tepkilerini vb. bir tarafa bırakacak olursak, inşaat sektörünün geleceği gerek şirketlerin iç ve dış borçlanmasının, gerekse de bireylerin kredi kullanımının sürdürülebilmesine bağlıdır. Her ikisi de döviz fiyatları ve faiz oranlarıyla sıkı sıkıya ilişkilidir. Şirketlerin artan borçlulukları, artan cari açık ve bütçe açıklarıyla birleştiğinde, ekonomik açıdan büyük kırılganlıklar oluşmakta, dövizi kontrol altında tutmak zorlaşmakta, faizleri arttırma gereği kendisini bastırmaktadır. Oluşan durum bir kısır döngüye dönüşmekte ve inşaata dayalı büyüme modelini bir tıkanma noktasına doğru sürüklemektedir.


AKP döneminde kredi sistemi daha da geliştirilerek körüklense de, kredi sisteminin kapitalizmin temel çelişkilerini ortadan kaldırmadığını, tersine daha da derinleştirdiğini borçlar ödenememeye başladığında çarpıcı bir şekilde görmekteyiz. Dünya kapitalizminin krizi ve Türkiye ekonomisinin dış finansmana bağımlı kırılganlıkları dikkate alındığında, hükümetin inşaat-finans karmaşık ilişkisiyle kurduğu bu saadet zincirinin bir noktada çökeceğini öngörmek kehanet sayılmaz. Bunun sonuçlarının ileri kapitalist ülkelerde yaşanan çöküşten çok daha ağır olacağı ise apaçıktır.

58 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page