LİBERAL VE SOSYALİSTLERİN DURUMU
Sayın Temel ERSOY yazdı
Peki, bu ülkenin en çok okuyan ve düşünen, en iyi eğitimli kesimi ne durumda
Bizler, sağın şeytanları, yani liberaller ve sosyalistler ise sindirilip susturulduk. Çünkü bir önceki yazımızda ayrıntılı olarak analiz ettiğimiz “bina dikme” işi için eğitime ya da yenilik getirmeye ihtiyacınız yok. İnsanlar tonlarca para kazanıyorlar biz ise onların kulaklarının dibinde vızıldıyoruz. Bizim gibi olanlara karşı ortak sloganları “ya sev, ya terk et.”
AKP’nin ‘Patenti MHP’ye ait’ dediği, MHP’nin ise ‘Söz bizim değil’ diye reddettiği slogan, milliyetçilerin ve PKK terörüne tepkilerini dile getirmek isteyenlerin en çok kullandıkları söz olmanın yanı sıra mizahçılar için de gözde malzeme. Özellikle sanal âlemde ülkücülerin, milliyetçiliğin altını kalın çizgilerle çizen kesimlerin ve PKK terörüne tepkilerini dile getirmek isteyenlerin ağzından ilk çıkan cümle. Öyle ki, “Ya sev ya terk et” yazılı, üç hilalli çay kaşıklarını bile piyasada bulmak mümkün. Kökeni ABD’mi?
Erdoğan ve Bahçeli’nin sahiplenmediği “Ya sev ya terk et” sözcüğünün kökeni, araştırma kitaplarına da konu oldu. Ragıp Bayraktar’ın ülkücülüğü mercek altına aldığı, “Yeni Başlayanlar İçin Ülkücülük” kitabı, sloganın, Türkiye’nin çok dışında, ABD’de doğduğu iddiasına yer veriyor. Bayraktar’a göre, ülkücüler bu sözü, Vietnam Savaşı’na gitmek istemeyen gençlere, ABD’li aşırı milliyetçilerin söylediği “Love it or leave it” sloganından esinlenerek kullanmaya başladılar. Slogan, PKK eylemlerinin yükselmesiyle o kadar yaygınlaştı ki, resmi cezaevi araçlarında bile kendine yer buldu. Agos gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink suikastı davasının ikinci duruşmasında, tutuklu sanıkları getiren cezaevi aracının üzerinde Türk bayrağının yer aldığı “Ya sev ya terk et” çıkarması dikkat çekmişti. Haberler üzerine Kocaeli Cumhuriyet Başsavcılığı da yazıyla ilgili soruşturma başlatmıştı.
Mizahçılar ise, sloganın tarihini hicvederken, çok eskilere dayandırıyor. Penguen dergisinin 2007’deki bir sayısının kapağında, Hrant Dink cinayetiyle ilgili bir karikatürde, Fred Çakmaktaş’ın “Ya sev ya ba daba du” sözleri, sloganın Taş Devri’ne kadar uzandığını gösterdi!
Birçok liberal ve sosyalist bu tavsiyeye uydu. Arkadaşlarımın çok iyi eğitim almış çocuklarının dörtte üçü hali hazırda Türkiye dışında yaşıyor. Bu sayı 2015’de yarı yarıya, 2008’de ise yaklaşık % 10’u civarındaydı.
Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) 6 Nisan 2023’te yayımladığı Uluslararası Göç İstatistikleri 2021’e göre, 2021 yılında Türkiye’den diğer ülkelere 287 bin 651 kişi göç etti. TÜİK’in açıkladığı verilere bakıldığında yurt dışına en fazla göç edenlerin 20-29 yaş aralığında olduğu görülüyor. Doktorlar özelinde dış göçe bakıldığındaysa Türk Tabipler Birliği’nin (TTB) verileri dikkat çekiyor. TTB, 2023 yılının Nisan ayında yaptığı açıklamada ilk üç ayda yurt dışına çıkmak isteyen doktor sayısının 700 olduğunu bildirdi.
Türk Dil Kurumu’nda beyin göçü, “İleri düzeyde donanıma sahip olan kişiler (bilgi, sertifika, diploma, belge vb.) ve bilim insanları ile uzmanların bir başka ülkede yerleşip çalışmak amacı ile kendi ülkelerinden ayrılması” olarak tanımlanıyor. Türkiye’de son yılların en çok konuşulan konularından birisi de hekimlerin yurt dışına göç etme çabası.
Türk Tabipleri Birliği'nin verilerine göre, özellikle son 3 yılda yurt dışına taşınmak isteyen doktor sayısında büyük artış var. 2012'de sadece 59 doktor yurt dışına taşınma amacıyla başvurmuşken, 2021'in ilk 11 ayında bu sayı 1200'ü aştı.
İngiltere ve Almanya'dan hekimler BBC Türkçe ‘ye neden yurt dışında çalışmak istediklerini ve göç ettikleri ülkelerdeki çalışma koşullarını anlattı. BBC Türkçe'nin konuştuğu dört hekim, yurt dışına taşınma kararının bir anda alınmadığını, bunun sıkıntılı bir süreç olduğunu ancak Türkiye'de hekim olarak çalışmanın çok zorlaştığını anlattı.
TÜİK her yıl Uluslararası Göç İstatistikleri yayımlıyor. Kurumun 6 Nisan 2023’te 2021 yılına ilişkin yayımladığı verilere göre Türkiye’den yurt dışına 287 bin 651 kişi göç etmiş bulunuyor. Veriler, bir önceki yıla göre göç eden kişi sayısında yüzde 31,6 azalma olduğunu gösteriyor ancak vatandaşlık ülkesine göre Türkiye’den giden göçe bakıldığında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının sayısı 2020 yılına göre 25.793 kişi fazla. Bu da yüzde 33’lük bir artış oranına denk düşüyor.
Almanya merkezli Konrad-Adenauer-Stiftung (KAS) Derneği’nin Türkiye Gençlik Araştırması 2021’e göre, 18-25 yaş arası gençlerin yüzde 82,9'u "Türkiye'de gelir dağılımının dengesiz olduğunu, eşit olmadığını" söylüyor. Türkiye’de işsizliğin çok yüksek olduğunu söyleyen gençler bunun birinci nedeni olarak “liyakat” eksikliğini görüyor. Araştırmada memnuniyet ve mutluluk durumları sorulduğunda katılımcıların yüzde 55,2'si "şimdiki yaşamından ne tam olarak mutlu ne de mutsuz olduğu" yanıtını vermiş. Yüzde 25,8'lik oran ise, şimdiki hayatından mutsuz olduğunu ifade ediyor.
Batı ekonomileri zamanında kendilerini toparlamış. Para gelişmekte olan ülkelerden kaçmaya başlamış. Artık para bolluğu bitti. Erdoğan ve Türk hükümeti bir zamanlar para bolluğu varken hala kendilerine oy getirecek politikalara abanıyorlardı. Bir sürü kamu harcaması yapıyor (Türkiye’nin her yerindeki saraylarında ve en çok da Beştepe’deki 1000 odalı sarayında yaşıyor), faiz oranlarını düşük tutuyor, liberalizm, yenilikçilik ve sosyalizme burun kıvırıyor ve daha fazla bina dikmek için yanıp tutuşuyordu. Limitsiz miktarda yabancı para bulamazsanız bu politikaların başarısı da kısıtlı olur.
Aslında felaket bütün uyarılara kulak tıkayan Erdoğan’ın cahil cesareti ile bağıra çağıra gelmişti.
2014 yılı sonunda, ekonomiden sorumlu bakan Babacan, son dönemde konut sektörüne yönelik eleştirilerde bulunuyordu. Sanayinin toplam milli gelirden aldığı payın düştüğü eleştirisini getiren Babacan, inşaat sektörüne ‘ölçüsüz getirim’ eleştirisi getirerek, “İnşaat sektöründe kalem oynatmalarla ölçüsüz getirim oluşturulabiliyor. Bunları biraz daha normalleştirmek gerekiyor. Bizim yapmak istediğimiz herhangi bir sektörün önünü kapatma, diğer sektörün önünü açmak değil. Oyun sahasını düzeltmek ve rekabet sahasını eşitlemek" demişti.
Ekonomist olduğunu iddia eden Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ise 365 oda ve borsa başkanının katılımı ile Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda gerçekleşen istişare toplantısında inşaat sektörüyle ilgili olarak açıklamalarda bulunmuştu. Erdoğan, “Biz inşaat sektörüne asla dur demedik. İnşaat sektörüne yürüyün dedik. Başı da TOKİ çekti. İnşaat sektörüne dur, sanayiye ilerle derseniz çöküntü başlar” diye konuştu. Erdoğan’ın bu sözleri ekonomi çevreleri tarafından “Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’a cevap” olarak yorumlandı.
Dünya da siyasi kaba kuvvet taktiklerinden yorulmuştu. Edoğan kendisine çok benzeyen Trump’la da kavgaya tutuştu. Trump’ın gümrük tarifeleri Türkiye’nin canını yaktı; ancak sağlam bir ekonomik zemin bazı tarifelerle baş edebilir; Çin ekonomisinin döne döne kontrolden çıktığını göremezsiniz. Gümrük tarifeleri dikkati çekti çünkü Türk ekonomisindeki temel sorunu vurguladı. Neydi temel sorun: dövize olan akıl dışı bağımlılık.
Uluslararası Finans Enstitüsü (IIF) tarafından yayınlanan “Küresel Borç İzleme Raporu’na göre, 2020 yılının ilk üççeyreğinde küresel düzeyde ülkelerin toplam borç tutarı 15 trilyon dolar artarak 272 trilyon dolara ulaşmış bulunmaktadır. Yılsonunda bu miktarın 277 trilyon doları bulabileceği, bunun dünya GSYH’nin yüzde 365’ine denk düşeceği, belirtilmiştir.
Gelişen ülkeler arasında dövize olan bağımlılık en fazla Türkiye ve Şili'de arttı. Türkiye'de 2020 ilk çeyrekte % 144,3 olan toplam borcun milli gelire oranı ise 2021'in ilk çeyreğinde %163,4 oldu. TÜİK tarafından 717 milyar dolar olarak açıklanan 2020 yılı milli gelirine göre hesaplandığında Türkiye'nin toplam borcu dolar cinsinden 1 trilyon 171,5 milyar dolara ulaştı. Bu borcun yüzde 87,2’sini döviz cinsi borçlar oluşturdu.
Esasen Türkiye 1980 öncesinde ithal ikameci sanayileşme stratejisi izlerken, 1980 sonrasında dışa açık politikalar izlemeye başlamıştır. DİE’nin yayınladığı 1973, 1979, 1985, 1990, 1996 ve 1998 yılları Girdi-Çıktı Tabloları kullanılarak Türkiye’de sektörlerin ithalata bağımlılıklarını ölçen bir çalışmada elde edilen sonuçlara göre, ekonomide kilit konumdaki imalat sanayinde yer alan sektörlerde, gerek 1980 öncesi ve gerekse 1980 sonrasındaki dönemde ithalata bağımlık yüksektir ve bu yükseklik dalgalanarak sürmektedir.
Bu sebeple Türkler yaşam kalitelerinde ciddi bir düşüş yaşayacaklar. Yurt dışına çıkabilecek olan herkes kaçıyor. Kaçamayıp burada kalanlar ise yüksek enflasyon (hiper ya da şahlanan) ve yüksek işsizliğin altında ezilecekler.
Bu arada, “Enflasyonun niçin popülist tek adamlar için kötü” olduğunu apaçık yazan Ağustos 2018 tarihli New York Times’daki makaleyi de herkese öneriyorum. Yardımcı olmak için aşağıda makaleyi özetleyerek alıntılıyorum. Mükemmel bir okuma parçası.
Max Fischer tarafından 14 Ağustos 2018’de kaleme alınan “Türkiye’nin krizi Tek Adam Yönetiminin tehlikeleri ile baş başa” başlıklı makale özetle şunları vurguluyor;
Enflasyon krizleri, aynen şu anda Türkiye’nin tepesine çökmek üzere olan gibi, her hükümet için kötü haberdir, ancak özellikle popülist tek adam yönetimleri için çok daha büyük bir tehlike arz eder. Bu tip rejimler bu tip krizler yaratmak konusunda alışılmamış derecede eğilimli, düzeltilmesi konusunda alışılmamış derecede isteksiz ve krizden kurtulma konusunda da alışılmamış derecede yavaştırlar. Bu tip rejimler, ortalama olarak, daha yüksek enflasyon oranına sahip ve daha yapay biçimde devalüe edilmiş (değeri düşürülmüş) paraya sahiptirler. Merkez bankaları bağımsız değildir ki bu da onları müdahalede daha çaresiz bırakır.
Potansiyel olarak kendi kendilerinin felaketini hazırlarlar ki bunlar popülist tek adam yönetimlerinin çekirdeğinde yer alan parasal politikaların da ötesine geçen bir dizi zafiyet ve yükümlülüğün belirtileridir. Türkiye’den önce kısmen enflasyonist bir kriz içinde havanda su döverek ülkesinin refahtan sefalete düşüşünü izleyen Venezuela’da Nicolás Maduro ve onun halefi Hugo Chávez vardı.
Buradan Türkiye’nin otoriter rejime doğru kayarken ekonomik krizi de nasıl tetiklediğinin hikâyesini dinleyebilirsiniz. [Listen to an episode of “The Daily” about how Turkey’s slide toward authoritarianism helped trigger an economic crisis.]
Peki, madem durum bu kadar vahim, Ekonomik kriz neden sandığa yansımadı?
Türk Lirası’nda 2018’den beri yaşanan kur krizleri, ithalata bağımlı ekonomik yapıyı dolayısıyla enflasyonu tetikledi. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın düşük faiz politikasında ısrar etmesi, Merkez Bankası’nın bağımsızlığının sorgulanmasına ve enflasyonun daha da yükselmesine yol açtı. Resmi verilere göre 2023 yılı Nisan ayında TÜFE yüzde 2,39 oranında artmıştır. Nisan ayındaki artışla birlikte yıllık enflasyon bir önceki aya kıyasla 6,82 puan azalarak yüzde 43,68 düzeyinde gerçekleşmiştir.
Aralık 2021'de yıllık enflasyon yüzde 36,1'e yükselmişti. Ancak Bakan Nebati enflasyonunun düşeceğini açıkladı. Nebati 14 Ocak 2022'de Bloomberg'e yaptığı açıklamada Haziran 2023'te gerçekleşecek seçimlere Türkiye'nin “tek haneli enflasyon ile gireceğini” söyledi. Öte yandan, TÜİK’in verilerini muhalefet partileri inandırıcı bulmuyor. Enflasyon Araştırma Grubu'na (ENAG) göre de enflasyon TÜİK’in açıkladığından çok daha yüksek. Mart 2023’te TÜİK’e göre enflasyon yüzde 50,5 iken ENAG bunun yüzde 113 olduğunu bildirmişti. ENAG nisan ayında yıllık enflasyonun yüzde 105,2 olduğunu açıkladı. ENAG’a göre yıllık TÜFE Eylül 2022’de yüzde 186’ya kadar çıkmıştı.
Seçim öncesi oluşturulan Millet İttifakı’nın en büyük seçim söylemlerinden biri de "mutfaktaki yangın" oldu.
Ancak ekonominin bireylerin ve ailelerin bütçesini zorlayan hali, sandıktan AKP ve Erdoğan aleyhine bir tablonun ortaya çıkmasına yol açmadı. Gazeteci Çiğdem Toker’e göre bunun en büyük nedenlerinden biri, ekonomik krizin Türkiye’nin her yerinde aynı şekilde hissedilmemesi. Toker, ekonomik krizin şehirdeki etkilerinin, kırsal alandakinden daha ağır olduğuna dikkati çekiyor: “Kentte asgari ücretli bir seçmenin kirada olması, faturalar, başlı başına yoksulluğu arttıran bir neden.”
28 Mayıs 2023'te yapılan ikinci turun sonucu tasavvur ötesi önemde. İkinci tura sadece kendisini saat saat hissettiren bir ekonomik kriz içinde değil sadece; kadın düşmanlığı korkunç cinayetlerle tescilli bir siyasal akımın, Gazi Mustafa Kemal'in açtığı TBMM'de temsil edildiği günlerde gidildi. 28 Mayıs'ın sonucu, bu zihniyetin cüretinin sınırlarını da belirledi.
'Siyasi sadakati satın almak için gücünü kullanıyor'
Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde Anayasa Hukuku Öğretim Üyesi olan Şule Özsoy Boyunsuz, benzer bir olguya vurgu yapıyor. Boyunsuz, ekonomik krizden en çok kentlerin ve orta sınıfın etkilendiğini belirterek daha önce AKP’ye oy verip de ekonomik krizle vermeyen şehirli seçmen olduğuna dikkat çekiyor: “Büyük şehirlerde değişimler ve dönüşümler daha önce başlıyor. Bu mutlaka Anadolu’ya da sirayet edecek, ancak daha bu dönüşüme hazır olmadığı anlaşılıyor.”
AKP’nin "siyasi sadakati" satın almak için gücünü kullandığını ve para yardımları yaptığını belirten Özsoy Boyunsuz, ekonomik krizin en yoksul kesimleri geçmişten daha fazla etkilemediğini anlatıyor: “Onlar zaten yardımlarla yaşıyor. Geçmişte aldığı yardımlarla, 20 yılda oluşmuş, kemikleşmiş bir sadakati var. En azından diyor ki, ‘Benim değerlerim iktidarda’.
'Sosyal devletin görevleri, parti desteği gibi sunuluyor'
Gazeteci Çiğdem Toker de, “AKP iktidarı gerçekte sosyal devletin görevleri olan bu destekleri, parti desteği gibi sunmakta çok başarılı. AKP seçmeni, başka partiye oy verirse bu desteklerin kesileceğini düşünüyor” tespitinde bulunuyor. Toker, Kemal Kılıçdaroğlu'nun mutfaktan paylaştığı videoların, oy oranına bakılırsa AKP seçmeninde karşılık bulduğunu düşünüyor.
Ancak Toker’e göre bunun sınırlı kaldığı açık: “Bence bunun nedeni, sosyal devlet olmanın gereği olan bu farklı destek kalemlerinin süreceğine dair söylemin, seçmene yeterince ‘geçirilememesi’ olabilir.”
Güvenlik eksenli politika söylemi
Independent Türkçe Genel Yayın Yönetmeni Nevzat Çiçek ise ekonomik anlamda bir daralma olduğu zaman milliyetçiliğin öne çıktığını vurguluyor. Bu nedenle Çiçek’e göre, AKP’nin güvenlik eksenli söylemi seçmende daha çok yankı buldu.
Siyaset Bilimci Prof. Ali Çarkoğlu da, “AKP’nin SİHA’lar, güvenlik söylemi, beka söylemi, HDP’ye saldırı, terörle işbirliği gibi söylemleri, pek çok muhafazakâr milliyetçi seçmeni, bütün iktisadi zorluklara rağmen kendi cephesine çekebilmiş gibi gözüküyor” diyor.
Demokrasilerde bu olduğunda, seçilmiş liderler genellikle dizginleri ele alıp enflasyonu durduracak yenileriyle değiştirilirler. Sadece Latin Amerika’da bile bu durum pek çok kez oldu: Nikaragua’da, Şili’de, Peru’da ve Arjantin’de. Otoritaryanizmin diğer türleri, yani bir parti, silahlı kuvvetler ya da monarşi tarafından yürütülen şekilleri, Brezilya’da olduğu gibi çökebilir, ancak bunlar genellikle bazı reformlar uygulayabilecek irade ve esnekliğe sahiptir.
Popülist tek adam — vatandaşları, seçkin dostları ve kendi siyaset mekanizması ile olan ilişkileri sebebiyle, — farklı davranma eğilimindedir. Maduro daha çok para bastı ve krizi önemli ölçüde kötüleştirdi. On yıl önce, Zimbabwe’de Robert G. Mugabe de hemen hemen aynı şeyi yapmış ve aynı sonucu almıştı.
Türkiye'nin cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan nihayetinde aynı yolu izlese de, her zaman ülkenin uzun vadeli çıkarlarına uygun olmayan şekillerde kendi sistemi tarafından kısıtlanan ve yönlendirilen bir hükümdarın tanıdık kalıplarını zaten tekrarlıyor.
Türkiye'nin eriyip gitmesi, Sayın Erdoğan'ın iktidarı ele geçirmesinin bir ürünü olmaktan çok, onun ve diğer popülist diktatörlerin yönetim tarzının doğasında var olan patolojilerin bir mikro kozmosu. Ve sistemleri dünyada yükseliyor gibi görünse de, ortalama olarak çökme olasılığını artıran özel riskler içerdiğinin de bir hatırlatıcısıdır.
Çöküş kaçınılmaz. Önemli soru Türkiye bu çöküşü nasıl yönetecek. Tarihsel deneyim bu tür çöküşlerden iki tür çıkış olduğunu gösteriyor. İlki ve en muhtemeli daha sert, daha otoriter ve uzun süreli bir rejim. İkincisi ve daha az muhtemel olanı ise daha demokratik, özgürlükçü, ademi merkeziyetçi bir anayasa ve rejim.
Uzun yıllardır kutuplaştırılan ve fikren, ruhen ve zihnen zaten bölünmüş olan ülkenin varlığını sürdürebilmesi için mutlaka kendine uygun ve yaşayabilir bir çözüm bulması gerekiyor. Doğal olarak da bunun için kapasitesi yüksek önderlere ihtiyaç var. Oysa bugün içinde bulunduğumuz durumda mevcut siyasi ve sosyal önderler için “kaht-rical” deyimini rahatlıkla kullanabiliriz.
Benim aklıma yatan tek model, ülkenin mevcut bölünmüşlüğü ve düşmanlıkları göz önüne aldığımda Hollanda modeli. Bu şimdilik çok erken bir tartışma gibi gelebilir ama başka çarenin olmadığını, bunun alternatifinin toprak kaybı ve küçülme olduğunu da aklımızdan çıkarmamalıyız.
Comments