Sayın Özhan BAKKALBAŞIOĞLU yazdı
18’inci ve 19’uncu yüzyıllarda yapılan savaşların sonucunda galip devletlerin sundukları barış şartları, savaşı hazırlayan barışlar olarak tarihe geçer. Özellikle Avrupa’da, Fransız İmparatoru Napolyon’dan başlayarak gelişen savaşlar ve barışlar Birinci Dünya Savaşı’nın temelini oluşturmuştur. Avrupa’da güçlenen Almanya’nın denizlere açılmasını engellemek için Büyük Britanya lehine Donanma sınırlamaları yapılmıştır. Almanya, Başbakanı Bismarc’ın muhalefetine rağmen silahlanmaya giderek ‘Büyük Almanya’ hayâlini gerçekleştirmek üzere kara gücünü geliştirmiş, ancak deniz gücünü tamamlamadan savaşa girdiği için Birinci Dünya Savaşı’nı kaybetmişti ve onur kırıcı bir barış anlaşmasını kabul etmiştir. Barış, savaşı başlatan bir anlaşma olmuştur. Bunun sonucunda İkinci Dünya Savaşı başlamış ve yine benzer bir barış ile Almanya bağlanmıştır. 1945’ten sonra güçlenen ABD artık dünyaya egemen olmanın büyük savaşlar ile değil ekonomik güç ve ülkeler üzerinde siyasi entrikalar ile sonuca varacak siyasetler üretme yoluna gitmiştir. Savaş sonrası Sovyetler Birliği’nin yayılmacı bir politika izlemesi bu fırsatı doğurmuş, savaştan zayıflayarak çıkan devletler; NATO, SEATO, CENTO gibi ittifaklarla siyasî ve askerî bir ittifak içine sokularak büyük tehdit yaratmış olduğu varsayılan SSCB kuşatılmıştır. Uygulanan bu politika yeni bir savaşa zemin hazırlamıştır. Ancak iki ülkenin nükleer güçleri buna engel olmuştur. Soğuk Savaş bittiğinde tek güç olmanın rehaveti ABD’yi askerî yönden hedefsiz bırakmış ve ülke, gücünü kaybetmeye başlamıştır. Doğuda Çin Halk Cumhuriyeti’nin önlenemez yükselişi ABD’nin süper güç unvanını kaybetmeye başlaması Rusya Federasyonu’nun batıya yayılma arzusunun yeniden yeşermesi üzerine dünya siyaseti yeni bir boyuta girmiştir. Rusya Federasyonu(RF)’nun isteklerini önceleri görmezden gelen ve adeta teşvik eden ABD ve Batı dünyası, (Kırım’ın ilhakı ve Gürcistan’a yapılan saldırı ile elde edilen haklar gösterilebilir) sonunda bununla da yetinmeyen, Ukrayna’yı adeta bir yem olarak kullanıp hem RF’yi zayıflatmak hem de ülkeyi tehdit unsuru olarak gösterip NATO‘nun genişlemesini sağlamak ve denizlerde kontrolü tamamen almak için Finlandiya ve İsveç’i bu oyuna dâhil etmiştir. Tüm bu olaylara baktığımızda göze çarpan en önemli husus denizlerdir. Atlantik ve Pasifik güç merkezlerini kontrol altında tutmak. Ancak ABD Pasifik’te hâkimiyeti ve kontrolü kaybetmiştir. Yeni güç Çin’dir. ABD, Mahan’ın “Denizlere hâkim olan dünyayı kontrol eder” egemenlik teorisinin hâlâ devam ettirmektedir. Avrasya’nın yeni bir güç odağı olacağı ve Çin’in bu konuda önemli adımlarla başı çektiği bilinmektedir. Pasifik harekât alanına sahip olmak Süveyş Kanalı’nı kontrol etmektir. Yakın bir gelecekte Afrika ülkeleri ile siyasi ve ticari işbirliğinde olan Çin’in buralarda açacağı denizüsleri Atlantik hatta Akdeniz harekât alanını kontrol etme durumu bir öngörü olarak karşımızda durmaktadır. Rusya ile işbirliği yaparak Arktik Denizi’ni kontrol etme aşamasına gelindiğinde Çin, dünyayı kontrol eden bir güç haline gelebilir. İşte bu öngörü ile neden İsveç ve Finlandiya NATO’ya alındı? Norveç ile birlikte Arktik Denizi’ni kontrol altında tutmak buzulların erimesi ile deniz ticaret trafiğinin zamansal kısalması, yeni denizüslerinin faaliyete geçmesi ile Baltık Denizi’nde hapis olan Rus Donanması’nın bir başka yerden Kuzey Denizi’ne çıkışını kontrol altında tutmaktır. Ancak bu durum yeni bir savaşın tohumlarını atmaktadır. ABD, RF Başkanı Putin’in sözlerini dikkate almalıdır. Sonuçta ekonomik nedenler hayat alanlarını elde etme gibi stratejik hedeflere ulaşmada her ülke kendine göre bir ütopik vatan hedeflemiştir. Büyük Britanya her iki dünya savaşında da Almanya’yı denizlere çıkarmayarak, denizlere egemen olduğu için kazanmıştır. Savaş sonrası ABD güçlü donanma ve üsler zinciri ile denizlere egemen olarak dünyaya hâkim olmuştur. Bu gerçek ile şimdilerde de aynı siyaseti Çin yeniden uygulamaya başlamıştır. Türkiye bu değişen yeni stratejik hedefler ile jeopolitik konumunu Karadeniz ve özellikle Doğu Akdeniz’de güçlendirmek zorundadır. Osmanlı İmparatorluğu’nun gerilemesi ve yıkılmasının nedeni; denizci kaynaklarını kaybetmesi, teknolojiye ayak uyduramaması ve en önemlisi kurulduğundan beri kısa dönemler hariç bir deniz politikası ve stratejisinin olmayışıdır. İmparatorluğun verdiği cazip avantajlar ile denizciliğe atılan Rum halkı 1750 yıllarından beri Ege Denizi’ndeki tüm adalarda nüfusunu artırmış ve savaş gemisine dönebilen güçlü bir ticaret filosuna sahip olmuştur. 1821 yılında ilk isyan ettikleri tarih olan 1830’a kadar Türk Donanması’nın deniz yolu ile Mora‘ya intikaline engel olmuşlardır ve devlet, Mısır eyalet donanmasından yardım almıştır. Denizlere yüz çevirdiğimizden 250 yılda kaybettiğimiz toprak ve adalar ile ne kadar ders aldık? Acı diyet ödeyerek denizlerin önemini anlayan ve atılımlar yapan Atatürk aslında bize Mavi Vatanı anlatmaya çalıştı. Mavi Vatan salt teori ile kuramsal yaklaşımlarla olmuyor. Bazı acı, gerçek ve özeleştirileri çekinmeden yapmak zorundayız. Hangi siyasi partinin seçim bildirisinde hangi oranda bir deniz politikası anlatıldı? Sadece “Üç tarafı denizlerle çevrili……” gibi hamaset cümleleri artık karın doyurmuyor. Hangi banka amatör denizciliği teşvik için kredi veriyor? Gençlere deniz ilişki ve çıkarlarını anlatmak için okul müfredatlarında bir konu var mı? Devlet bu konuda nerede? Deniz konularını tek çatı altında içeren bir bakanlık niye yok? Türkiye’nin tarih boyunca yaşadığı kayıpların, denizlere önem vermediğinden kaynaklandığını siyasiler hâlâ tam öğrenemediler mi? Denizcilikle ilgili STK‘lar ellerini vicdanlarına koysunlar, bu güne kadar neler yaptılar? Tekne sayısının artması değil bunu tabana yaymak önemli. Bakanlıklarda deniz konusunda uzman kaç insan var? Denizlere, göllere, nehirlere bu kadar kirli atık atılıyor ama hâlâ radikal tedbirler yok. Türkiye’yi, yapılan görkemli binalar değil temiz deniz ve toprak kurtaracaktır. Türkiye eğer gelecekte bir beka sorunu yaşarsa bunun ilk maddesinin denizlere sahip çıkmamak olduğu unutulmamalıdır. Bu sahip çıkmama denizin sualtı ve suüstü varlıkları, limanlar, tersaneler, küçük ölçekli tekne yapım yerleri, deniz konuları ile yazılan yazılar, şiirler, romanlar, resimler gibi hususları kapsar. Buna denizcilik gücü denir. Denizlerde varlık göstermezseniz başkaları sahiplenir. O kadar sismik araştırma gemisi aldık. Neredeler? Yunanistan habire tartışmalı adacıklara asker ve barınak yapıyor. Yani meskun hâle getiriyor, karasuları ve MEB için kaynak yaratıyor. Donanma varlığı bir ülkenin güç sembolüdür. Masraflıdır ancak getirisi çoktur, bunu anlamamız gerekli. Kabotaj Kanunu özüne dönmelidir. Tüm bunları neden yazdım? Gelecekte Akdeniz’de ve kıyılarımızda Çin Donanma gemilerini görmemek, bir başka devletin balıkçı filolarını görmemek, denizlere sadece kıyıdan manzara seyreder gibi bakmamak, Yunanistan’ın bizi denizlerden kuşatmaması, sualtı kaynaklarımızı kaybetmemek ve daha bir çok husus için… Ecdadımızla övünüyorsak Barbaros Hayreddin Paşa’nın “Denizlere hâkim olan dünyaya hâkim olur” sözünün ne anlama geldiğini daha okul sıralarında çocuklarımıza öğretmeliyiz. Gemi yapabilirsiniz ama denizci millet yetiştirmek zaman alır. Biz demiyoruz ki “Tüm Türkiye denizci olsun” ama eğer bir Mavi Vatan kavramı siyasilerce de zaman zaman söyleniyorsa, o zaman sözde değil özde olmalıdır. Artık Türkiye denizlere daha çok açılmalı ve bekasını millerce öteden korumalıdır. Asla unutmayalım ülkelerin yükselişi ve çöküşü denize verilen önem ile orantılıdır.
Comments