Sayın Mümin KIR yazdı
ETKİ ODAKLI HAREKÂT
Durumsal Farkındalık: Kendinizi bilmiyorsanız, hiçbir şeyi bilemezsiniz.
Herhangi bir konuda bir karar verecekseniz, neyle ya da kiminle karşı karşıya olduğunuzu bilmeniz, bilemiyorsanız en azından tahmin etmeniz gerekir. Tahmin etmekse, çoğu zaman anlaşıldığı gibi- gündelik deyimiyle- kafadan atmak değil, aksine kafayı çalıştırmak ve kullanmak demektir. İyi bir tahminin mutlaka akla, sezgiye ya da birtakım verilere dayanması gerekir. Aksi taktirde cari ya da gelecekteki bir olayı, bir durumu yaklaşık olarak bilmek, kestirmek mümkün değildir. Yani iyi bir tahmin çok iyi bir tahlile diğer adıyla çözümlemeye dayanır. Tüm bu uğraşılar, akıl yürütmeler, düşünmeler ve tahminler sonucunda elde edilecek bir tek çıktı vardır. Farkında olmak veya farkındalık. Belki benimki çok iddialı bir hipotez olacak ama; bence farkında değilseniz, hiçbir şeysiniz. Genel anlamda durumsal farkındalık olarak tanımlanan bu bilinçlilik hali (bilinçli farkındalık), yaşamın her safhasında çevrenizde neler olup bittiğinin farkında olup, algılanan bilgilerin o anda ve yakın geleceğe yansıtılması şeklinde tanımlanmaktadır. Ne yapmak gerek sorusuna ben daima ne için ne yapmak sorusunu sorarak yanıt ararım. Zira farkında değilseniz bütün sorularınızın cevabı yanlış olacaktır. Cevabı yanlış olan her soru, yanlış bir kararın merdiven basamakları gibidir. Ne kadar çıkarsanız çıkın ya yanlış bir hedefe varırsınız ya da hiçbir yere varamazsınız. Aslında bu da yeni doğmuş başka bir sorundur. Ve bir kartopu gibi gittikçe büyür ve baş edilemez bir yok ediciye dönüşür. Bir süre sonunda bırakın onu bertaraf etmeyi adını bile koyamazsınız. Aporia durumdaki bir filozof gibi çaresizce ne diyeceğinizi düşünürken, zamanın boşluğunda yok olur giderseniz. Bu durumun bütün dillerde bir tek tanımı vardır: Çaresizlik. Çaresizliğinse bir tek çaresi vardır: Farkındalık.
Evet, çaresizliğin ve çözümsüzlüğün ortadan kaldırılması için eyleme geçmenin ilk ve en önemli aşaması farkındalıktır. Bundan sonrası artık sizin çalışkanlığınıza ve kararlılığınıza bağlıdır. Büyük önder Mustafa Kemal’i aynı okulda okuduğu, aynı eğitimleri aldığı arkadaşlarından ayıran en önemli özelliği, içinde bulunulan güncel durumu tarihsel, kültürel ve bilimsel olgulara dayanan çözümlemelerle objektif olarak ortaya koyabilmesidir. O yalnızca mevcut duruma yönelik hedefleri değil, herkesi şaşırtacak bir öngörüyle ülkesinin gelecekteki hedeflerini de önceden belirlemiş ve devrimlerini bu öngörü doğrultusunda gerçekleştirmiştir. Millî mücadele, Cumhuriyetin ilanı, TBMM’nin açılması vd. tarihsel ve dönüştürücü hamleler çok üst seviyede bilinçli bir durumsal farkındalığın sonucudur. Norveç’ten tüm dünyaya yayılmış olan “Atatürk gibi düşün” deyimi öylesine söylenmiş bir deyim değildir. Aksine, durumsal farkındalık kapasiteleri ve yetenekleri gelişmiş bireyler ve toplumların hal ve yaşam tarzını ifade eden ve turmoler durumlara yaklaşımlarını gösteren muhteşem bir deyimdir. İşte beni bu yazıyı yazmaya cesaretlendiren de bu yaklaşımın etkisidir. Çünkü milyonlarca yurttaş gibi benim de kafamın içini gece-gündüz tırmalayan ve yaşanan ve yaşanması kuvvetle muhtemel sorunsallardan kaynaklanan bir soru var: Biz neyle karşı karşıyayız? Evet biz neyle karşı karşıyayız ve maruz kaldığımız ya da maruz bırakıldığımız bu durumu nasıl tanımlayabiliriz?
Her ne kadar bu yazı bir durum muhakemesi yazısı değilse de askerî literatürde “Durum muhakemesine hasımdan başlanmaz” diye çok bilinen bir söz vardır ki ben buna çok inanırım. Ve bu nedenle de daima ve önce kendimden başlarım. İşte bu nedenle sorunun yanıtına geçmeden önce benim çıplak gözümden ve aynı zamanda dürbünümden tanımlanmamış durum resmini(TDR) ortaya koymanın faydalı olacağını değerlendiriyorum.
Tanımlanmamış Durum Resmi (TDR):
Genel durumsal farkındalık kapsamında Türkiye Cumhuriyeti Devletinin önceliklendirilmiş yetki ve ilgi alanlarıyla, ülkemizin çevre denizleri ile mücavir alanlardaki paylaşım kavgalarına dayalı çatışmaların devam ettiği ve artarak devam edeceği görülmektedir. Bu kapsamda Ülkemizin geleceğine yönelik ve gelecekte olabilecek muhtemel tehditlere karşı tedbir almak üzere millî unsurlarca samimi birtakım gayretler gösterilmekle beraber söylemler ve uygulamalar arasındaki farklılıklar paradoksal durumların daha da artmasına neden olmaktadır. Asıl nedeninin Pasifik Bölgesi’ne dayandığını düşündüğüm Rusya-Ukrayna arasındaki çatışmalar, ABD’nin Karadeniz’e kıyıdaş ülkeleri NATO’ya dahil etmek suretiyle İngiltere ile birlikte Karadeniz’e sızma girişimleri, Kanal İstanbul Projesi kapsamında Montrö Sözleşmesinin tartışılır hale getirilmesine yönelik gayretler, Yunanistan’ın ABD ile Ekim 2021'de Washington'da imzaladığı Karşılıklı Savunma İşbirliği Anlaşması gereği Dedeağaç bölgesindeki ABD konuşlanmaları ile Yunanistan’ın bir proje devlet olarak kurulmasını/kurdurulmasını müteakip (belirli kısa bir dönem hariç) özellikle Adalar Denizinde (Ege) uluslararası anlaşmaları ihlal eden bitimsiz ve gayri ciddi davranışları, Doğu Ege Adalarının silahsızlandırılmış statüsüne aykırı hareketlerin devam etmesi ve Ege Denizi’nde egemenliği açık olarak Yunanistan’a bırakılmayan birçok adacık ve coğrafi formasyonlar üzerinde akıl almaz hak talepleri gibi bir çok sorun varlığını korumaktadır.
Bununla birlikte, 1974 Kıbrıs Barış Harekatıyla varlık ve hakları güvence altına alınan soydaşlarımız ile 1983 yılında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti olarak ilan edilen devletin BM ve uluslararası arenada tanınmama iki yüzlülüğü de halihazırda devam etmektedir. Hal böyleyken, özellikle 1989 yılında soğuk savaşın bitmesinden ve 1991 yılında Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra Balkanlar ve Doğu Avrupa Coğrafyasının yeniden şekillendirilmesiyle, zafer sarhoşluğundaki ABD’nin Kafkaslar ve Ortadoğu’ya yönelik hegemonik aktivasyonu bölgenin istikrarsızlaşmasına ve mevcut çatışmalara ek olarak yeni çatışmaların doğmasına neden olmuş, renkli devrimler, Arap Baharı, I. ve II. Körfez Harekatları, Afganistan sorunu, Suriye Politikaları, İran’la olan anlaşmazlıklar, Filistin sorunu gibi katastrofik sonuçlara neden olan gelişmeler “Demokrasi götürme” ya da “Barışı Sağlama” gibi siyasi ve diplomatik yalanlara dayanan Post-Truth bir dönemin başlamasına ve devam etmesine neden olmuştur ki, bu süreç günümüzde de perde değiştirerek tüm hızıyla devam etmektedir. Ayrıca, özellikle Doğu Akdeniz’de oldukça büyük bir rezerve sahip hidrokarbon yataklarının gündeme gelmesiyle birlikte ABD dahil olmak üzere ilgili ilgisiz bir çok devletin Akdeniz’de varlık göstermesi sonucu Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti bölgede yalnızlaştırılmış, Sevilla haritası denen haritanın yayınlanmasıyla başlayan ve ülkemizin deniz yetki alanlarına ve ulusal çıkarlarına yönelik dolaylı tutum stratejisiyle sürdürülen Defacto girişimler Mavi Vatan doktriniyle -şimdilik- durdurulmuştur. Ayrıca emperyal güçlerin ihanet şebekesi olan etnik ve radikal terör örgütlerine karşı verilen mücadelenin de bütün bu unsurlarla birlikte değerlendirilmesi mümkündür.
Bölgemizde ve çevremizde meydana gelen ve kısaca genel çerçevesini tanımladığım bu resim ülkemizi ve yurttaşlarımızı kısmen doğrudan, kısmen de dolaylı olarak ama her ahvalde olumsuz olarak etkilemiştir. Özellikle, bölgesel siyasi istikrarsızlıklar ve çatışmalardan kaynaklanan şartlar ülkelerde sosyal infilaklara neden olmuş ve sayıları kesin olarak bilin (e) meyen yüzbinlerce insan yerleşim yerlerini terk etmiş ve daha iyi yaşam koşulları da bahane edilerek genel batı ekseninde göç etmiş veya ettirilmiştir. Türkiye düzensiz göç veya yasa dışı göçü de içeren bu büyük sorunla doğrudan karşı karşıya kalmış ve çeşitli ırk, milliyet ve inançlara sahip milyonlarca insan topraklarımıza gelmiştir. Türkiye-AB arasında imzalanan geri kabul anlaşması gereği de Avrupa’ya gitmek isteyen veya kaçmaya çalışan düzensiz göçmenler Türkiye’ye iade edilmektedir. Her ne sebep ve maksatla olursa olsun ülkemizde yaşanan ve milyonlarca kişiyi kapsayan düzensiz göç hareketinin kısa, orta ve uzun vadede ülkemizi olumsuz olarak etkileyeceği ve özellikle demografik ve sosyal yapıları erozyona uğratacağı kesindir.
Bunun dışında ülkemiz insanı ekonomik parametrelerin olumsuz seyretmesinden kaynaklanan geçinme ve hayatını idame zorluklarıyla karşı karşıyadır. Eğitim, sağlık, ulaşım ve konut gereksinimlerine yönelik ihtiyaçlarla birlikte, çalışanların ücretlerinin Avrupa ülkeleri standartlarının altında kalmış olması son derece düşündürücüdür.
Tüm bu gelişmelerle birlikte iç ve dış kaynaklı araç ve yöntemlerle halkın derin sosyal ve toplumsal ayrılıklara sürüklendiği de göz ardı edilmemelidir. Duygulara hitap eden direkt ve subliminal mesajlarla çeşitli sosyal tabakalarda rıza oluşturmaya yönelik algı yönetim faaliyetleriyle neyin doğru neyin yanlış olduğu konusundaki dağınıklık, belirli çevrelerce sürekli olarak desteklenmektedir.
Diğer yandan 1990 yılından itibaren oldukça yaygın hale gelen ve devletler tarafından yoğun ve pulverize bir şekilde kullanılmaya başlanan, CNN etkisi(CNN Effect) de denilen haber yönetme uygulamaları Bernard Choen’in “medya bize ne düşünmemiz gerektiğini söylemez, neyi düşünmemiz gerektiğini söyler” ifadesinin doğruluğunu kanıtlarcasına toplumun karar mekanizmalarını etkilemektedir.
Özellikle bireylerin ve toplumun takip etmesinin mümkün olamayacağı şekilde, istenilen önem ve öncelik sırası hiyerarşik hale getirilerek halkın gündemini belirleme ve bu gündemi de halkın değerlendirmesine fırsat vermeden belirli sunuş tarzlarıyla topluma dikte ederek süratle başka bir gündem belirlemek en popüler yöntemler arasındaki yerini almıştır. Arz etmeye ve durumsal farkındalık yaratmaya çalıştığım uygulamaların dünyada ve ülkemizdeki en iyi oyuncuları, profesyonel iletişimciler, haber sunucuları, gazeteciler, kamu diplomatları, kanaat önderleri, akademisyenler, milletvekilleri, düşünce kuruluşları, kamuoyu anket şirketleri ve devlet liderleri ile üst düzey karar alıcılar gibi eşik bekçilerinden (gatekeepers) oluşmakla birlikte günümüzde sosyal medya platformlarıyla, doğruluk kontrolü platformları da sahnedeki yerlerini almışlardır.
Gelinen noktada topluluk psikolojisi olarak bilinen ve bireylerin toplumla nasıl ilişki kurdukları ile ilgili bilimsel bir uzmanlık alanı olan, sosyal psikolojinin, empati, hoşgörü, yardımlaşma, bencillik, sevgi, saygı vd. gibi insanların başka insanlar hakkında nasıl düşündüklerinin, onları nasıl etkilediklerinin ve onlarla nasıl ilişki kurup etkileştiklerinin artık bilimsel olarak araştırılıp incelenmesinin gerekliliği de kaçınılmaz bir şekilde ortadadır.
Buraya kadar yapılan kısa, ancak genel tespit ve değerlendirmeler sonucunda, tanımlanmamış durum resminin, artık olabildiğince tanımlanmış durum resmi haline geldiği düşüncesiyle sorumu tekrar soruyorum: Biz neyle karşı karşıyayız? Veya karşı karşıya olduğumuz durumu nasıl tarif edebiliriz? Çok tehditli bir ortam mı? Üç-Dört boyutlu bir saldırı mı? Hibrit ya da asimetrik bir savaş mı? Siyasi, Askeri veya Ekonomik örtülü bir ambargo mu? Ben, ülkemizin halihazırda içinde bulunduğu ve karşı karşıya kaldığı durumu şu kavramla tanımlıyorum: Etki Odaklı Harekât (EOH).
Etki Odaklı Harekât(EOH):
Savaş sanatı prensipleriyle tanınmış ünlü Çinli general ve filozof Sun TZU gerçek zaferi; “savaşılmadan kazanılan zafer” olarak tanımlamışsa datarihsel gerçeklikler,savaşların önemli bir çoğunluğunun düşmanın muharebe gücününzayıflatılması ve savaşa devam etme niyeti ve azminin ortadan kaldırılmasına yönelik strateji ve taktiklerleicra edildiğini göstermektedir. Ancak özellikle yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren teknolojideki gelişmeler ve harbin değişen karakteri, harp silah ve mühimmatının isabet ve tahrip etkisi mal ve can kayıplarını arttırmakla birlikte, savaşların süresinintahmin edilenden çok daha fazla uzamasına ve muhasımların siyasi hedeflerine ulaşmamasına neden olmuştur.Son derece gelişmiş harp silah araçlarına sahip olan güçlerin, kendilerinden görece zayıf rakipleri karşısında başarılı olamadıkları,Türklerin Emperyalist Birleşik İşgalci Güçlerle olan bağımsızlık savaşında, ABD-Vietnam savaşında, Sovyetlerin Afganistan’ı işgalinde ve yine ABD’nin Afganistan’la olan mücadelesinde görülmüştür. Carl von Cluswitz’in klasik harp teorisi günümüz harp doktrinlerine ışık tutsa da artık kuvvete kuvvetle karşılık vermekten ziyade, o kuvvetin önlenmesinin, yani önleyici müdahale kavramının önem kazanması, yeni tehdit, belirsizlik ve sürprizlere karşı, sadece askerî odaklı bir harekâtın hedeflenen siyasi başarı için yeterli olmaması, gelişen sivil toplumla evrensel düşünce sisteminin ve kamu oyunun, dost ya da düşman olsun, bir çok kişinin yaşamını yitirdiği ve ciddi maddi kayıplarla sonuçlanan çatışmalara destek verme konusunda, her geçen gün çok daha muhalif ve duyarlı davranması Etki Odaklı Harekat(EHO) konseptine geçiş sürecini başlatmıştır. Çünkü, düşmanın karakteri değiştikçe harbin karakteri de değişir ve değişmelidir.
Etki Odaklı Harekâtı, klasik bir harpten ayıran en başta gelen özellikleri arasında, her şeyin iç içe girdiği ve birbirine bağımlı olduğu karmaşık ortamlar için öne sürülen ve yeni bir bilimsel metot olan "Sistemlerin Sistemi" yaklaşımını, konseptin temel yaklaşımı olarak kabul etmesi ve düşmanı yok ederek değil, psikolojik etki yaratarak davranışını değiştirmek suretiyle başarı kazanmak yer almaktadır. Ayrıca harp sahasının klasik cephelerden çok daha geniş bir sahadan müteşekkil olması ve tarafların lateral veya multilateral nitelikte olabilmeleri de diğer özellikleri arasındadır. Düşman yalnızca ulusal güçleri ile saldırmaz, her türlü ulusal ve uluslararası enstrümanı, potansiyeli ve hedef ülkenin bünyesinden temasa geçtiği uygun tali unsurları da kullanır. Bu enstrümanlar veya unsurlar ne kadar ustaca kullanılırsa, kuşatılan ülkenin uyanması yani farkındalığı da o kadar geç olur.
Retrospektif bir bakış açısıyla analiz edildiğinde, bu konseptle kuşatılmış ülkelerin ya hiç uyanamadıkları ya da çok geç uyandıklarını tarihin hüzünlü sayfalarında görmek mümkündür. Çünkü nihai darbe inene kadar ve hatta indikten sonra bile tehlikeyi fark edememişler, kendilerini kimin /neyin ele geçirdiğini anlayamamışlardır. Düşmanın düşman olduğundan bile habersizdirler. Sözü çok uzatmadan kısaca tanımlayacak olursak; Etki Odaklı Harekât (EOH), hedef üzerinde (düşman üzerinde)istenen stratejik sonucu veya etkiyi elde etmek ve mutasavver siyasi hedefe/hedeflere ulaşabilmek için tüm askerî ve askerî olmayan kabiliyetlerin; taktik, operatif ve stratejik seviyede, sinerji yaratacak şekilde uygulanmasıdır diyebiliriz. Yani bir ülke ya da ülkeler grubunun, hedef ülke yada ülkeler grubu üzerine tüm millî güç unsurları ve tali unsurları kullanarak yüklenmesidir.
EOH’ın tarihsel sürecine baktığımızda savaş tarihinin belli dönemlerinde bazı uygulayıcılar tarafından kullanılmış olsa da asıl başlangıcı 20’nci yüzyılın başlarından itibaren hava gücünün kullanılmaya başlamasına dayanmaktadır. Klasik harbin imha etmeye yönelik yaklaşımlarını tercih etmeyen hava gücü stratejist ve teorisyenleri, onun yerine düşmanın tutum ve davranışlarını herhangi bir biçimde etkileyerek başarının daha kısa sürede elde edileceğini savunmuşlardır. İşte EOH konseptinin temelinde yatan düşünce de bu düşüncedir: Siyasi hedefe ulaşmak için, tüm millî güç unsurlarının,sinerji oluşturarak, bir sistem yaklaşımıiçerisinde uygulanmasıyla, düşman, dost ve tarafsızlar üzerinde istenen stratejiketkinin yaratılması.Bu nedenledir ki ülkemizde veya birçok ülkede kamuoyları üzerindeki düşmanla ilk temasın direk silahlı bir saldırı ya da taarruz olması şeklindeki oluşturulan algılar günümüzün gerçekleriyle bağdaşmamaktadır. Zira, savaşlardaanladığımız anlamda silah kullanma safhası, günümüzde harbin ilk değil son safhasında ve diğer safhalarda elde edilen sonuçlara göre uygulanabilecek zorunlu bir tercihtir. EOH konseptinde fiziksel hedeflerden çok, düşman üzerinde arzu edilen etkiyiyaratacak kilit ve hassas noktalar önemlidir.Sosyal ve ekonomik düğüm yerleri değerlidir. Hedef ülkenin kuvvetli yerlerine değil zayıf taraflarına vurulur ve zayıf noktalar zincirleme reaksiyon yaratabileceketki odaklı bir yaklaşımla faaliyet-etki-amaç bağıüzerine odaklanılır.Belirlenen düğüm noktaları üzerinde istenen etkiyiyaratmak için de sadece askerî askeri kapasite değil onun yerine diğer, siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel tüm unsurlar kullanılır.
EOH konusunda birçok teorisyen ve görüş olmakla birlikte benaçık kaynaklardan edindiğim birkaç örnekle konseptin teorik yaklaşımları konusunda sizlerebilgi nakletmeye çalışacağım.
Sistemin ilk teorisyenleri arasında sayılan ve 1930'lu yıllarda İngiliz Kara Harp Akademisinde ders veren Kraliyet Hava Kuvvetleri subayı J.C. Slessor,“düşmanı bir sistem olarak görmüş ve bu sistemi etkileyecek yollar aramıştır. İnsanların, orduların ve milletlerin ağırlık merkezlerinin bulunduğunu belirten Slessor, ağırlık merkezlerinin etkisiz hale getirilmesiyle sistemin çökertilebileceğini söylemiştir. Etkisiz hale getirmek için fiziksel olarak imha etmenin gerekli olmadığını vurgulayan teorisyen, öyleyse savaşlarda düşman kaynaklarını yok etmek yerine, daha basit bir şekilde kaynak üretimi engellenerek ve düşmanı kaynaklardan tecrit ederek aynı sonucun alınabileceğini savunmuştur.”(Ecik;2005). Ne kadar çarpıcı ve tanıdık değil mi?
Konuyla ilgili bir diğer teorisyen de nükleer caydırıcılık teorisiyle ilgili görüşleriyle tanınan Thomas C.Shelling’tir. Savaşlarda sindirme, yıldırma ve seviye seviye yükselen kuvvet kullanımı yoluyla psikolojik etki yaratmanın ve düşman davranışını değiştirmenin önemi üzerinde durmuştur. Shelling önemli olanın zarar verdirmek değil, o zararın düşman davranışı üzerindeki etkisi olduğunu savunmuş ve harbin stratejik seviyesinde düşmanın hükümeti ve halkının hedef alınabileceğini söylemiştir. Schelling savaşların imha ederek ve ülkeleri fethederek değil; etkileme, zorlama, caydırma ve ikna etme yoluyla kazanılması gerektiğini savunmuştur. Schelling’in düşmanı etkilemeye yönelik bu düşünceleri bence günümüz uygulamaları bakımından son derece uyarıcı ve altı çizilecek niteliktedir.
Bu yazıdaki son örnek ise ABD Hava Kuvvetlerinden Albay John Warden. Geliştirdiği sistem yaklaşımıyla Birinci Körfez Harbindeki hava harekâtının mimarı olarak gösterilen Warden, bütün ülkelerin ve stratejik unsurların sistem yaklaşımı ile analiz edilmesi gerektiğini savunmuştur.
Teorisine yönelik çalışmasında birbirine geçmiş beş halkadan oluşan bir model geliştirmiştir. Modelde merkezden dışarıya doğru ve azalan öneme göre sırayla liderlik, önemli organlar, altyapı, nüfus ve askerî kuvvetler yer almaktadır. Stratejik planların her zaman öncelikle liderliği hedef alması gerektiğinin önemine vurgu yapan model, eğer liderlik hedef olarak alınamıyorsa o takdirde diğer halkalar arasından hedef seçimi yaparken düşman liderlerinin zihnini etkileyecek olanlar üzerinde odaklanılması gerektiğini de ifade etmektedir.
Kısacası Warden’in modeli ile anlatılmak istenen; liderlikhalkasının ağırlık merkezlerinin imha edilmesi durumunda sistemin bütünüyleetkisiz hale gelmesi sağlanabilirken, diğer halkaların ağırlık merkezlerineyapılacak taarruzların kısmi etki yaratacağı ve liderler üzerinde psikolojik baskı ve etkileroluşturacağıdır.
Albay Warden’in modelinde Askeri Kuvvetlerin sistemin en dışında ve sıralamaya göre en önemsiz nitelikte olduğunun altını çizmekte de fayda mütalaa ediyor, bu konudaki değerlendirmeleri yakın tarih ve günümüz pratikleri projeksiyonunda siz kıymetli okuyucu ve dinleyicilerin takdirine bırakıyorum.
Düşman bizi bilir, biz düşmanı bilmeliyiz:
Teknoloji geliştikçe binlerce yıllık buluntu ve belgeler, bilinebilen var oluştan bu yana ne kadar zengin ve müreffeh ve ne kadar gelişmiş olurlarsa olsunlar, hiçbir uygarlık, medeniyet, ülke ve insanlığın yok olmaktan kurtulamadığını kanıtlamaktadır. Tarihte ve günümüzde devletlerin ve ulusların varlıklarını sürdürmesini, gelişmesini ve ilerlemesini sağlayan yegâne unsur akla ve bilime dayanan farkındalıktır. İşlenmemiş ve üzerinde kafa yorulmamış bilgilerin-kaynağı her ne olursa olsun- pulverize ve yoğun bir şekilde atmosfere karıştırılmasına planlı bir şekilde devam edilmekte ve ülkemiz insanı bu havayı soluyarak yaşamını idame etmeye zorlanmaktadır. Bilince dönüşmemiş bilgilerin uzun vadede yarardan çok zarar getireceği ve hatta getirdiği ortadadır.
Düşman hamasi duygular ve söylemlerle küçültülemeyecek kadar güçlü ve maalesef çalışkandır. Günü kurtarmaya değil, yüzyıllara ve gezegene hâkim olmak üzere hareket etmekte büyük stratejilerini gerçekleştirmek üzere aklımıza gelen ve gelmeyen, gerçek ve tasavvur ötesi her türlü yöntemi kullanmakta ve maalesef ülkemizde ve bölgemizde amaçlarına uygun insan kaynaklarını bulmak konusunda hiçbir zorluk yaşamamaktadır. Bilinç kaynaklı durumsal farkındalık seviyemizi yükseltmedikçe elimizde kılıç kalkan ya da roket veya güdümlü mermilerle düşman beklemeye ve kaynaklarımızın yok edilmesine ve vatanımızın korunması konusunda endişelenmeye devam ederiz. Oysa savaş başlayalı yıllar oldu. Farkında mıyız? Eğer Cumhuriyetimizi ilelebet yaşatacaksak farkında olmalıyız.
K A Y N A K Ç A:
Ekşi, M., Klasik Diplomasiden Kamu Diplomasisine, Yeni Yöntem ve Araçlar., Nobel Yayınevi, Ankara, 2023.
Ecik, Hasan Hüseyin. “Etki Odaklı Harekât Konseptinin Tarihi Gelişimi, Kavramsal Çerçevesi ve Türk Silahlı Kuvvetlerindeki Yeri”. Güvenlik Stratejileri Dergisi 2, sy. 3 (Eylül 2006): 39-63.
Yaman, Dilek., Etki Odaklı Harekatın, Bulanık Bilişsel Harita ve Simülasyon ile Modellenmesi,İTÜ Doktora Tezi, İstanbul, 2006.
Comments