top of page

Çok Uzun Bir Yol CUMHURİYET

Ünal GÜL

Sayın Mümin KIR yazdı

            Tarihi yönlendiren şey, var oluş ve ilk çağlardan itibaren insanın umudunu karşılaması için durumunu değiştirme arzusudur. Tesadüfi karşılaşmalardan tutun da akrabalık, dostluk, ortak ibadet, rekabet, düşmanlık, ekonomik takas, ekolojik değişim, siyasi iş birliği, hatta askerî yarış, insanların bilgiyi iletmesine ve bu bilgileri gelecekteki davranışların düzenlenmesine kadar etkili olmasına yol açmıştır. Tarih tabiat ve bu tabiatın bir parçası olan insanın kendi türü ve paydaşları arasındaki karşılıklardan başka bir şey değildir.


            Bugüne kadar, ilk büyükşehir ağlarının yaklaşık altı bin yıl önce başlayan antik Sümer şehirleri etrafında kurulduğu iddia edilmişse de yeni bulutlar bize bunu çok daha öncesine dayandığını göstermektedir. Avrasya ve Kuzey Afrika'nın çoğunu kapsayan en büyük eski dünya ağının ise yaklaşık iki bin yıl önce birçok küçük ağın kademeli olarak birleşmesiyle oluştuğu kabul edilmektedir. Son beş yüzyılda okyanusta yol almak, dünyanın büyük şehir ağlarını ve arta kalan birkaç yerel ağını da tek bir kozmopolit ağda birleştirmiştir.  Son yüz altmış yılda telgrafla başlayan iletişim hızı, etkileşim alanını da genişletmiş ve insanlık tarihinin kapsayıcı yapısını oluşturmuştur. İşbirliği veya rekabeti barındırmakla birlikte toplumsal gücün nihai temeli insanlar arasında birliğin devamlılığını sağlayan iletişimdir.


            Bundan on iki bin ila beş bin yıl önce dünyanın dört bir yanındaki en az yedi toplum tarımı icat etmiş ve bir çoğu birbirinden oldukça bağımsız şekilde gerçekleşmiş ve paralel baskılar paralel çözümlere yol açmıştır. Örneğin buhar makinesinin dünyaya yayılması için yedi kez icat edilmesi gerekmemiştir. XVIII. yüzyılda bir kez icat edilmesi yeterli olmuş ve insan iletişiminin, iş birliğinin ve rekabetinin gücü yeryüzü tarihinin yanı sıra insanlık tarihini de şekillendirmiştir.


            Gerçekten de insanlığın sonradan yakaladığı başarısı önemsiz bir şey değildi. Çünkü yaklaşık iki buçuk milyon yıl önce başlayan ve tekrar tekrar yaşanan buzullaşma ve buzulun erime dönemleri, dünyanın her yerinde şiddetli iklim değişikliklerine neden olmuş ve her yerde ekosistemleri alt üst etmişti. Aslında atalarımız uyum sağlama konusunda uzmanlaşmış üstün bir yabani ot türü haline geldiler ama yeni tür yiyecekler bularak ve zaman geçtikçe yer edinmenin yeni yollarını icat ederek hızlıca zorlayıcı ortamlara uyum gösterdiler.


            Öğrenen gruplar hayatta kaldı. Bu davranışsal özellikler muhtemelen atalarımızın biyolojik evrimini şekillendirmeye yardımcı oldu. Günümüze kalan kemik parçaları maymun benzeri ataların nasıl modern insan türüne dönüştüğünün güvenilir bir şekilde yeniden inşasına imkân vermemektedir. Ancak beyinlerin büyüdüğünü ve yaklaşık 1,6 milyon bir yıl önce Homo erectus’un bizimki gibi uzun mesafeli koşu ve yürüyüş için uzmanlaşmış ayakları ve bacaklarıyla modern insanlarla yaklaşık aynı boyutta olduğunu biliyoruz.


            Sonra, bir milyon yıldan fazla bir süre önce, ilk Homo erectus grupları önce Asya’ya, sonra Avrupa'ya taşınarak Afrika savansını geride bırakmışlardır. Doğuda Java ve Kuzey Çin'de ve batıda ise Macaristan’da keşfedilen kemikler, kışın dondurucu soğu da dahil olmak üzere çeşitli doğal koşullar altında bu insanların hayatta kalabildiklerini göstermektedir. Ancak Homo erectus gruplarının sergilediği olağanüstü uyum yeteneği, nihayetinde halefleri doğrudan atalarımız Homo sapiens tarafından aşıldı. İskelet tasarımındaki diğer küçük değişikliklerle birlikte kafa tasının daha genişlemesi Homo sapiensi Homo erectustan ayırmaktadır. Daha sonra davranışsal ve toplumsal değişiklikler aradaki farkı çok daha genişletmiştir.


            Bu olağanüstü süreci neyin mümkün kıldığını hayal etmeye çalışırsak, en makul açıklama; insan iletişimi ve iş birliği ağında yaşanan belirgin gelişmelerin, gezginci Homosapiens gruplarının, yaşanabilir dünyayı kolonileştirmesine ve kendilerini her yerde baskın bir tür olarak kurmalarını imkân sağladığını varsaymaktır. Temel yenilik muhtemelen sembolik anlamlar yaratmak için dilin tam olarak kullanılmasıydı.


            İnsanlar şeyler üzerine konuşarak ve nesnelere eylemlere ve durumlara itibari isimler vererek üzerinde mutabık kalınan bir anlam dünyası inşa edebildiklerinde, kişisel deneyim ile dışarıdaki her şey (buna o toplum içindeki diğer bütün bireyler ve onların mümkün veya muhtemel eylemleri de dahildir) arasına sözlü bir filtre yerleştirmişlerdir.Bu da toplumsal davranışın giderek daha hassas bir koordinasyon yakalamasını mümkün kıldı. Çünkü araçlarda ve ateşte olduğu gibi her ne zaman deneyim beklentiyi boşa çıkartırsa üzerinde mutabakata varılmış anlamlar değiştirilebilir ve geliştirilebilirdi. Bu tür boşa çıkarmalar kronik olduğundan buluşa yönelik şevk her zaman varlığını korumuştur. Basitçe söylemek gerekirse, dil insanlar arasında anlaşılabilir bir anlam dünyası şekillendirmeye başladığından beri, beklenti ve deneyim arasındaki sürtüşme, davranışları değiştirmek ve dünyayı insan isteklerine, umutlarına ve niyetlerine yönelik olarak, daha uyumlu hale getirmeye zorlamak için bu anlamları ayarlama çabaları tahrik etmeyi hiçbir zaman bırakmadı.

            Yeni eylemleri ve fikirlerin tedirgin, karşı konulmaz bir patlaması yaşandı ve “yabani ot” özellikleri taşıyan insanların davranışını dönüştürmek ve çevredeki ortamları değiştirmek için hızla artan bir güç verdi. Bu insan toplulukları arasındaki sembolik evrimin yeryüzündeki biyolojik değişimin itici gücü olarak büyük ölçüde genetik evrimin yerini aldığı anlamına geliyordu ve tam anlamıyla ekolojik tarihin insanlık çağı denebilecek şey 40.000 yıl önce başladı.


            Türümüzün çok özel bir şekilde benzersiz olduğu anlaşılabilir. Türümüz tek başına sembolik anlamlar dünyasını yarattı hem son derece hızlı evrimleşti hem de son sayıda bireyin davranışını koordine edebildi; bugün milyarlarca insana ulaştı. Dil bilgisel ve anlaşılır konuşma insanların yarattığı sembolik dünyanın ön koşuluydu.


            Nüfus artışı, yaklaşık on altı bin yıl önce son büyük buzullaşma erimeye başlayıp birkaç insan topluluğu yiyecekleri korumayı öğrenerek yıl boyunca beslenmeyi sağladığında mutlak hale geldi. Sonuçlar önemliydi. Başlangıçta Güneybatı Asya'da yoğunlaşan bu türden en büyük değişiklik çiftçiliğin gelişmesiydi. Çiftçilikle birlikte insan yaşamı için radikal bir şekilde yeni imkanlar açıldı ve bilinçli emek isteyen ve daha çok üretiminin yapıldığı bir tarım çağı başladı. Ne insan tarihi ne de yeryüzü artık asla eskisi gibi olmayacaktı.


İNSAN DÜŞÜNÜYOR VE KONUŞUYOR:


            Atina’da demokrasi ile felsefenin sarmaş dolaş olduğu ya da birbirlerini didiklediği M.Ö 400’lü yıllarda, sofistler arasında ikinci düşünce çatışıyordu: Bunlardan birine göre insanlar doğuştan iyi ve eşittirler; toplumun kötü düzeni onları bozuyor, güçlüler güçsüzleri eziyor; kanunlar güçlülerin elinde güçsüzlere karşı bir silah oluyor. Öteki düşünceye göre ise insanlar doğuştan ne iyi ne de eşittirler. Yalnız güçlü ve güçsüzler vardır, güçlünün güçsüzü yönetmesi ezmesi tabiat gereğidir ve doğrudur, insan haklı olmaya değil, kuvvetli olmaya bakmalıdır. Bu iki düşünceden biri daha çok Atina, öteki daha çok Sparta Devleti’nden örnek alıyordu. Biri daha çok halkçıların, öteki daha çok aristokratların ya da zenginlerin ekmeğine yağ sürüyordu. Günümüzün veya günümüzdeki her şeyi çokça bilenlerin aksine “benim tek bildiğim, hiçbir şey bilmediğimi bilmektir” diyen zamanın ve tarihin en ünlü filozoflarından Sokrates ise açıkça hiçbirini desteklemiş değildi. O’devletin başına en akıllıların gelmesini istiyor, nerede olursa olsun, yalnız akla uygun olanı arıyordu. Zira, Atina demokrasisinin akla uymayan tarafları çoktu. Sokrates’te aklının dikine gittikçe durmadan düşman kazanıyordu. 400 bin Atinalının 250 bini hiçbir siyasal hakkı olmayan kölelerdi. Geri kalan 150 bin yurttaştan da küçük bir azınlık Büyük Meclise girebiliyor, devleti yönetenler yurttaşlar listesinden alfabe sırasından seçiliyordu. Böylece her halk çocuğu, her an devleti yöneten 1.000 kişinin arasına girebiliyordu ama, şu ya da bu değeri ya da bilgisiyle değil. Sadece halk çocuğu olduğu için. Sokrates herkesin başa geçme hakkını doğru bulmakla birlikte başa geçenin en değerli yurttaş olmasını istiyordu. Bunu istemekle de devleti çoğunluğun değil seçkin bir azınlığın yönetmesini istemiş oluyordu ki bu da bir yandan halk çoğunun bilgisizliğini yüzüne vurmak, öte yandan kendilerini en değerli azınlık sayan aristokratların ve zenginlerin halk düşmanlığını ister istemez haklı çıkarmak demekti. Demokrat Atina'nın bütün korkusu da onların kuvvetlenip devleti elde etmeleriydi. Nihayetinde Demokratlar bir bir baş kaldırmanın sorumlusu olarak Sokrates'i suçladılar ve mahkemeye çıkardılar. “Hem de Sokrates de çok oluyor artık dediler ne tanrılara saygısı var, ne atalara, ne devlete herkesi her şeyi eleştirmeye akla vurup çürütmeye kalkıyor, gençlerde hiçbir şeye inanç bırakmıyor”. Ve böylece baş kaldırmaya katıldığı ya da başkalarını başkaldırıya zorladığı için değil serbest düşündüğü eski düzenin temellerini sarstığı için yargılandı ve tarihe mal olan ünlü savunmasını yaptıktan sonra ölüme mahkûm edildi. Kendisine verilen bir tas zehri hiç yüzünü buruşturmadan içtikten sonra da sırt üstü uzandı ve “Kriton” dedi; “Asklepios’a bir adet horoz borcumuz var, dostlar ödemeyi unutmasın sakın”. Tarih M.Ö. 400dü.İşte öğrencisi Platon’un “DEVLET” diyalogları bu düşüncelerin kaynağıdır. Sokrates, devletteki dört değeri; bilge, yiğit, ölçülü ve doğru devleti ararken hayata gözlerini yummuştur.


            1332- 1406 yılları arasında yaşamış olan ve modern tarih yazımının, sosyoloji ve iktisadın öncülerinden olan diğer bir düşünür de İbn Haldun’dur. İbn Haldun, Mukaddime adlı eserinde, tarihteki farklı olayları bir sebep-sonuç ilişkisiyle izah etmeye ve hâkim bir hanedanın veya devletin yahut medeniyetin yükseliş ve düşüşünün ardında yatan nedenleri bilimsel şekilde ortaya çıkarmaya çalışmıştır. İbni Haldun, toplumların da insanlar gibi, doğup, gelişip (büyüyüp), yok olduklarını savunmaktadır. Bu görüş, onun “tavırlar teorisi”ne dayanmaktadır.  Haldun’un “Tavırlar nazariyesi” adı da verilen teoriye göre, toplumların hayatında beş tavır (dönem) vardır: (1) zafer, (2) mutlakıyet, (3) refah, (4) barış ve (5) israf. Her toplum zorunlu olarak bu beş dönemi geçirir ve sonunda dağılır. Aynı toplum içinde hadari ve bedeviler arasında nasıl devamlı bir mücadele varsa, toplumlar arasında da egemenlik mücadelesi vardır. İbn Haldun’un Devletteki mülke mahsus nisap sahiplerinin riyasetleri istikrar kazanıp art arda gelen birçok nesil ve birbirini takip eden hanedanlar/iktidarlar gelince insanlar başlangıç durumunu unutur, söz konusu nisap sahiplerinde riyaset rengi koyulaşır (hükümranlıkları sağlamlaşır) haneden mensuplarına boyun eğmek ve teslimiyet göstermek (devlete itaat ve sadakat), dini bir inanç haline gelir, halk hanedan mensupları ile beraber onların (iktidarı, hakimiyeti ve) işi için tıpkı imani akideleri üzerine savaştıkları gibi savaşırlar. Bu takdirde hanedan mensupları iktidarları ve işleri hususunda büyük ölçüde asabiyete ihtiyaç duymazlar. Daha doğrusu o hanedana itaat Allah'tan gelen değiştirilemez ve aksi düşünülemez ilahi bir ferman gibi telakki edilir. Böyle bir sebepten olacak ki kelam/akâid kitaplarında imani akidelerden bahsedilirken (hilafet ve)imamet hakkındaki görüşlerde ortaya konur” tespiti devlet yönetimi ve halka yönelik önemli tespitlerden biridir. Zira İslam düşünürlerine göre, İslam dininde, idarenin şeklinden ve idarenin tarzından ziyade, adalet, hürriyet ve müsavat (eşitlik, denklik) önemli olup, bunu sağlayabilen yönetim şekli İslam’a en yakın yönetim şeklidir. Düşünce tarihinin çetin yollarında İbn Haldun’un ünlü eseri Mukaddime de çeşitli gerekçelerle II. Abdülhamit tarafından yasaklanmıştır.


            Yüzyıllar boyunca, toplumlar, yönetim şekilleri ve devletler üzerinde çalışmış, düşünceler üretmiş, insanlık tarihine önemli katkılar sağlamış birçok düşünür, filozof ve bilim insanı olmakla birlikte bunların hepsine bu yazıda yer vermek maalesef mümkün değildir. Ancak “Toplum Sözleşmesi” adlı eserinde, “insan özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur” diyen Jean Jacques Rousseau’dan da bahsetmekte yarar olduğunu düşünüyorum. 1712-1778 yılları arasında yaşamış olan J.J.Rousseau birçok düşünürün aksine doğuştan hiç kimsenin köle olmadığı halde yeryüzünde tüm insanların köleleştirildikleri savunmaktadır. Onun amacı ise toplum sözleşmesine dayalı olarak herkesin eşit ve özgür yaşadığı bir toplum düzeni oluşturmaktır. J.J. Ruso, insanlar arasında kaba kuvvete dayalı hiçbir hak ve yetkinin meşru olamayacağını belirterek toplumun yasal yaşama koşullarını belirlemeye çalışmıştır. “Üyelerinden her birinin canını, malını, bütün ortak güçle savunup koruyan öyle bir toplum biçimi bulmalı ki orada her insan hem herkesle birleştiği halde yine kendi buyruğunda kalsın, hem de eskisi kadar özgür olsun. İşte toplum sözleşmesinin çözüm yolunu bulduğu ana sorun budur. Genel istemin yürürlüğe konmasından başka bir şey olmayan egemenlik ne bırakılabilir ne de bölünebilir. Yalnız genel istem kamu gücünü devletin kuruluşundaki amaca yani herkesin iyiliğine uygun bir yoldan yönetebilir. Hükümet her zaman egemen varlığın denetimi altındadır, çünkü genel istemin uygulanmasından başka bir şey olmayan egemenlik, yalnız halka yani egemen varlığa aittir” gibi ideal düşünceleri savunan Rousseau, bir arada yaşamak adına çok önemli katkılar sağlamıştır.


BUNLARI NEDEN YAZDIM:


            O halde en sonunda söyleyeceğimi, en başında söyleyeyim:

            Benim burada yazdıklarımdan çok daha detaylı bilgilere sahip, çocukluğunu, gençliğini, ailesini kısacası bütün ömrünü halkına adamış, ırkının, ulusunun ve diğer mazlum ulusların esir edilmesine katlanamamış, onların hür ve medeni toplumlar olarak yaşamasını ve yükselmesini hedeflemiş, on altıncı yüzyıl ve öncesinden itibaren kıtalara, ülkelere ve her ırktan ve inançtan insanlara musallat olmuş emperyalist, sömürgeci ve işgalcilere kafa tutmuş, kendi karakteri ile ülkesinin bağımsızlığını çelik bir yürek, sarsılmaz bir inançta eritmiş, varlığını Türk varlığına hizmetkar etmiş, her türlü sınıf, aile, güç ve odağı bir yana bırakarak, egemenliği yalnızca milletine ve onun çocuklarına, cumhuriyeti Türk Gençliğine emanet etmiş, “Ordu, Türk ordusu!.. İşte bütün milletin göğsünü güven, gurur duygularıyla kabartan şanlı ad!” ifadesiyle kahraman ordunun niteliğini belirlemiş, cehalet ve cehaletin her türlüsünün kötülüğünü cahillerin ve ihanet şebekelerinin yüzüne vurmuş ve en nihayetinde Cumhuriyeti Fazilet bilmiş bir adamın, Demokratik ve Laik Türkiye Cumhuriyetinin temellerini atan, Kurucu Cumhurbaşkanı, Ebedi Başkomutan, Türk Ulusunun öz evladı, Gazi Mareşal Mustafa Kemal Atatürk’ün neden; “EFENDİLER YARIN CUMHURİYETİ İLAN EDECEĞİZ” dediğini ve neden Türkiye Büyük Millet Meclisinin Cumhuriyeti ilan ettiğini bir kez daha düşünmemizi ve hatırlamamızı arzu ettiğim için yazdım. Bugün dünyada ve Birleşmiş Milletler kayıtlarında, devlet tanımlarında ve adlarında “Cumhuriyet” ifadesi bulunan birçok ülkenin maalesef ideal cumhuriyetler olmadığını, ya da “Demokratik” ifadesi bulunan birçok devletin maalesef demokrasinin yanından bile geçmediğini, aksine fiilen, totaliter, diktatoryal, teokratik, yani açıkçası baskıcı, zulmeden ve faşist yönetim ve yöneticiler ile onların iç ve dış işbirlikçilerinin ayakları altında inim inim inlediğini anımsatmak için yazdım. Çağları yırtıp atan insan neslinin kendi türü tarafından nasıl kontrol altında tutulduğunu görmeniz için yazdım. Bizim Cumhuriyetimizin Atatürk Cumhuriyeti olduğunu, Atatürksüz bir Cumhuriyet rejimi dayatanların niyetlerini bir kez daha ruhunuzda, vicdanlarınızda ve aklınızda canlandırmanız için yazdım. Canlandırın ki, canlarımızı almasınlar.


            Bu vesile ile esaretten bağımsızlığa, kulluk ve kölelikten özgürlüğe, ilkellikten medeniyete ulaşmamız için canlarını feda eden asker-sivil bütün şehitlerimize, ebediyete göçmüş gazilerimize Tanrıdan rahmet, hayatta olan kahraman gazilerimize esenlikler diler, tüm yurttaşlarımın Cumhuriyet Bayramı’nı en içten dileklerimle kutlarım.

Saygılarımla.

                                                                                             

                                                                                                          Mümin KIR

 

 

KAYNAKÇA:

Devlet, Platon,İş Bankası Kültür Yayınları, (Çev: Sabahattin Eyüboğlu, M.AliCimcoz) XIV. Baskı, 2008, İstanbul.

Toplum Sözleşmesi, Rousseau, J.J.,İş Bankası Kültür Yayınları, (Çev: Vedat Günyol), XXXVI. Baskı, 2024,İstanbul.

Mukaddime, Haldun,İ., Dergâh Yayınları, (Süleyman Uludağ), 2020, İstanbul.

Kısa Dünya Tarihi,McNeill, H.William, McNeill, R. John, Kronik Yayınları, 2023, İstanbul.

24 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page